Cumhuriyet’in ilanı ile Türkiye’de önemli sosyo-ekonomik
reformlar yapılmasına rağmen Darülfünun beklenen ilerlemeyi
gösterememiş, devrimlere karşı olumsuz tutum takınmış, ciddi
ve topluma yararlı bilimsel çalışmalar yapılamamış, böylelikle
kurum “Resmi devlet ideolojisini yansıtamadığı ve suskun kaldığı
için rejimle ihtilafa düşmüştür” (Akyüz, 2008; Öncü, 2002).
Bu nedenle Maarif Bakanı Mustafa Necati, Darülfünun öğretim
kadrosuna şu mesajı vermek gereğini duymuştur:
“Ulusun üniversiteye bağladığı umudu haklı gösterecek güçlü
kanıt da sayın müderrislerimizin, öğretmenlerimizin yayınları
ve yapıtları olacaktır. Darülfünun, Türkiye’nin bütün aydın
takımının bilimsel odağıdır. Buradan çıkacak araştırmalar ve yapıtlar, Türk aydınlarını yükseltecektir. Sizin yapacağınız
eserlerdir ki yurt aydınlarına yeni ufuklar açacak ve Türkiye’ye
kültür alanında uluslararası bir onur kazandıracaktır. Bir ulusun
uygarlık yeteneğine ve yaşam gücünü en yüksek kertede
temsil eden kurum Darülfünun olduğu için Darülfünunumuzun
her alanda öteki uygar ulusların üniversiteleri düzeyine çıkma
zorunluluğunda olduğunu özellikle belirtmek isterim.” Bu sözler,
hükümetin araştırma ve yayınlara ağırlık verilerek bunlara
uluslararası düzeyde bir içerik kazandırılmasını istediği yolunda
açık bir uyarı olmuştur. Çağdaşlaşmaya yönelen Cumhuriyet
Türkiye’sinde üniversite de çağdaş düzeyde olmalıydı! (Turan,
1998).
Atatürk eğitimsiz ve kadrosuz çağdaşlaşma ve kalkınma olmayacağı bilincinde olarak, bir yandan yeni üniversitelerin kurulmasını
önerirken, diğer yandan mevcut üniversiteyi (Darülfünun)
geniş çaplı bir reform ile düzeltme, modernleştirme gereğini
duymuştur. Atatürk yükseköğretimle ilgili ilk ciddi çalışmalarına
ancak 1930’lardan sonra başlayabilmiştir. Bu çalışmaların ilki,
İstanbul Darülfünunu’nu hem eğitim yönünden hemde teşkilat
yönünden yenileyecek olan üniversite reformudur1. Cumhuriyet
döneminde yükseköğretimde modernleşme Darülfünun’un
kapatılıp İstanbul Üniversitesi’nin açılmasıyla başlamaktadır.
Çünkü Cumhuriyet idaresinin Osmanlı’dan devraldığı tek üniversite
olan Darülfünun, bir türlü Atatürk’ün görüşlerine ayak
uyduramıyor ve medrese yapısını koruyordu. Bu sebeple 1
Ağustos 1933 tarihinde İstanbul Üniversitesi’nde İsviçreli Prof.
Albert Malche’nin hazırladığı rapor doğrultusunda Batı’daki
örnekleri gibi modern bir yükseköğretim kurumu oluşturulmaya
başlanmıştır (Namal & Karakök, 2011; Irmak, 2001). Böylece
Darülfünun 2252 sayılı yasayla kapatılmış ve yerine Milli Eğitim
Bakanlığı’na (MEB) bağlı İstanbul Üniversitesi kurulmuştur
(Tanilli, 1991). Bu kanunla, İstanbul Üniversitesi’ne bağlı olarak;
Tıp, Hukuk, Edebiyat, Fen Fakülteleri kurulmuştur. Atatürk’ün
üniversite reformu, Alman üniversite modeline göre yapılmıştır.
Yeni üniversitenin geçici öğretim kadrosu Milli Eğitim
Bakanlığı’nca belirlenecekti. Uygulamanın nasıl olacağını saptamak
için de bakanlıkça; matematik profesörü olan Kerim Erim,
Müsteşar Salih Zeki, Müfettiş Avni Başman ile Rüştü Uzel’den
oluşan bir komisyon kurulmuştur. Bu komisyon “Üniversite”nin
öğretim üyelerini üç kaynaktan sağlamıştır:
1- Darülfünun’dan alınan profesör, öğretmen ve profesör
yardımcıları.
2- Darülfünun’un dışından alınanlar (büyük kısmı, Cumhuriyet
döneminde Avrupa’ya gitmiş ve öğrenimlerini
başarıyla tamamladıktan sonra yurda dönmüş Türklerdir).
3- Yabancı profesörler.
Bu yıllarda, faşist Alman diktatör Hitler’in zulmünden kaçan
pek çok değerli bilim adamı, en özgür ülke saydıkları Türkiye’ye
sığınmaya başlamışlardı2 (Kalaycıoğulları, 2009). Bu büyük
bilginlerin
ülkemize kazandırılması için, Türk üniversitesine
alımları ve çalışabilecekleri
ortam hazırlanmıştır (Altuğ, 1983;
Turan, 1963; Kalaycıoğulları,
2009). Bu bilim adamlarıyla yapılan
anlaşmalarla tespit edilen plan şöyleydi: Bu bilim adamları
kısa zamanda Türkçe öğrenecek ve derslerini Türkçe vereceklerdi.
Beş, on yıl içerisinde Türk doçentler yetişmiş olacak ve kürsüleri devralacaktı.
Fakat Alman bilim adamları arzu edilen
süre içerisinde Türkiye’de tutulamadığından, bu uygulama kısmen
başarılı olabilmiştir. Öte yandan, bu hocaların yerini alacak
birçok değerli doçentin tam zamanlı olarak üniversiteye bağlanmaları
sağlanamamıştı. Buna rağmen üniversitenin verimi,
Darülfünun devrinin kat kat üstündeydi. Bu dönemde Batı bilim
dünyasının tanıdığı ve orijinal araştırmaları klasik kitaplara geçmiş
bilim adamlarımız yetişmiştir (Irmak, 2001).
Türkiye’ye gelen Yahudi asıllı bilim adamlarının ülkemizde bilimsel
ve çağdaş demokratik esaslara dayalı bir üniversite kurulmasında
büyük katkıları olmuştur. Dönemin Milli Eğitim Bakanı
olan Dr. Reşit Galip’in, 6 Temmuz 1933 tarihinde göçmen bilim
adamlarıyla imzalanan anlaşma sırasında söylediği sözler, 1933
Üniversite reformunun üniversitelerimizdeki çağdaşlaşma ve
bilimselliğe katkılarını çok açık bir biçimde ortaya koymaktadır:
“500 yıl önce İstanbul’u aldığımızda, Bizans’ın önde gelen bilim
adamları ve sanatçıları ülkeyi terk ettiler. Bunlardan birçoğu
İtalya’ya gitti ve orada Rönesans’ı başlattı. Şimdi Avrupa’nın
aldıklarını bize geri vermesinin zamanı gelmiştir. Vatanımıza
yenilikleri getirmenizi, böylelikle çağdaş düzene ayak uydurmamızı
sağlamanızı ve yeni nesile çağdaş bilimde ilerleme yolunu
göstermenizi umuyor, milletçe teşekkür ve saygılarımızı sunuyoruz”
(Hirsch, 2005).
Çağdışı kalan yaşlı bazı Darülfünun hocaları, yeni kurulan
Üniversite’nin dışında bırakılmıştır3. Diğer taraftan Üniversitede
boşalan kadrolar Alman, Avusturyalı ve Macar profesörlerle
doldurulmuştur. Darülfünunun 88 müderris, 36 müderris
muavini, 44 muallim ve 72 asistan olmak üzere toplam 240
öğretim elemanı kadrosundan 157’si (71 müderris ve muallim,
13 müderris muavini ve 72 asistan) tasfiye edilmiştir
(Kafadar, 2000). Bilimsel çalışmalar ve rütbeler düzenlenmiş,
Almanya’dan gelen bilim adamları II. Dünya Savaşı bitinceye
kadar Türkiye’de kalmış, bir bölümü sonradan Amerika’ya veya
eski vatanlarına dönmüştür. Ayrıca bu profesörlerden bazıları,
Türkiye’den ayrıldıktan sonra da buradaki asistanlarıyla
ölümlerine kadar bağlarını sürdürmüşlerdir. Bir bölümü ise,
Türk vatandaşı olarak ölünceye kadar Türkiye’de yaşamıştır
(Mumcu, 1979; Göksoy, 2001). 1933 yılı sonunda İstanbul Üniversitesi’ndeki
Türk ve yabancı bilim adamlarının durumu Tablo
1’de gösterilmiştir (Widmann, 2000).
 Büyütmek İçin Tıklayın |
Tablo 1: 1933 yılı sonunda İstanbul Üniversitesi’ndeki Türk ve
Yabancı Bilim Adamları (Widmann, 2000) |
Yabancı bilim adamlarının İstanbul Üniversitesi öğretim kadrosunda
ve benzeri kuruluşlarda görev almaları, kabul etmek
gerekir ki Türkiye’de bilimsel anlayış ve araştırmalara büyük bir canlılık getirmiştir (Turan, 1998). İstanbul Üniversitesi’nde
görev alan yabancı öğretim elemanlarından olan Gerhard Kessler,
anılarında Türkiye’ye kabul edilmesiyle ilgili olarak övgü
dolu şu sözleri dile getirmişlerdir: “Asil ve şövalye ruhuna sahip
Türk ulusuna bana bu imkânı tanıdıkları için ebediyen müteşekkir
kalacağım” demiştir (Hänlein, 2006).
Üniversite reformu sayesinde, yabancı bilim adamı ve öğretim
üyelerinin çeşitli fakültelerde ders vermeleri sağlanmıştır. Buna
karşın Atatürk’ün, eğitim politikasında izlenecek yol ile ilgili
olarak üzerinde durduğu diğer bir nokta ise, yabancı ülkelerden
Türkiye’ye eğitim uzmanı ve öğretim üyesi getirilmesi
olduğu kadar, yabancı ülkelere Türk öğrencilerin gönderilmesi
olmuştur. 1924’te çıkarılan yasa gereğince ilk olarak 1927-1928
eğitim öğretim yılında, sekiz farklı ülkeye toplam 42 öğrenci
gönderilmiştir. 1929-1930 eğitim öğretim yılında yabancı ülkelerde
eğitim gören öğrenci sayısı 288’e ulaşmışken, 1937-1938
yılına gelindiğinde bu sayı 204’e düşmüştür. Bu öğrencilerin
97’si Almanya, 44’ü Fransa, 21’i Belçika, 15’i Amerika, 13’ü
İsviçre, 14’ü Avusturya, İtalya, İngiltere, Macaristan ve Rusya’ya
gönderilmiştir (Demirtaş, 2008).
Yabancı Bilim Adamları ve Çalıştıkları Fakülteler
Bu bölümde çalışmamızı dergi sayfalarıyla sınırlandırmamız
gerektiğinden yabancı bilim adamlarının sadece isimleri ve
bunlar arasından seçilen bir profesörün akademik kimliği,
çalışmaları ve yükseköğretime katkıları hakkında özet bilgiler
verilecektir4.
1933 Üniversite Reformu ile Alman ve Avusturyalı Tıp profesörleriyle
o zamana kadar yükseköğretim tarihinde rastlanılan
en yoğun ortak çalışma sağlanmıştır. İstanbul Üniversitesi Tıp
Fakültesi, mülteci bilim adamlarının en önemli çalışma alanı
olmuştur. Tıp Fakültesinde görev alan yabancı bilim adamları
şunlardır: Philipp Schwartz (1933-1952), Siegfried Oberndorfer
(1933-1944), Hans Winterstein (1933-1956), Julius Hirsch
(1933-1948), Hugo Braun (1933-1950), Werner Lipschitz
(1933-1939), Friedrich Dessauer (1934-1937), Erich Frank
(1933-1957), Rudolf Nissen (1933-1959), Wilhelm Liepmann
(1933-1939), Joseph Igersheimer (1933-1939), Rutin (19341936),
Karl Hellmann (1936-1943), Max Sgalitzer (1938-1943),
Alfred Kantorowicz (1933-1950) (Widmann, 2000; Kalaycıoğulları,
2009).
Ünlü cerrah Rudolf Nissen, Nazilerin yürürlüğe koyduğu yasalar
nedeniyle Almanya’da artık çalışma olanağı kalmayan bilim
adamlarındandır. Nissen, rejim karşıtı ve saf ırktan olmayanlar
için kısıtlayıcı yasaların yürürlüğe girmesinden önce, olağanüstü
sezgisiyle ayrılma kararı veren bir bilim adamıdır. Ayrıca patolog
Schwartz ile birlikte Türk Hükümeti’yle anlaşmaları yürütmede
de öncülerden olmuştur. 1896’da doğan Nissen, tıp öğrencisi
olduğu dönemde 1. Dünya Savaşına katılmış, yardımcı cephe
doktoruyken kurşunla yaralanmış ve tekrar tıp eğitimine dönmüştür.
1921 yılında Münih’te dönemin dünyaca ünlü cerrahı
Prof. Dr. Saurbruch’un yanında asistan, başasistan ve profesör
olarak görev yapmıştır. 1931’de dünyada ilk kez pnömonektomiyi
gerçekleştirince şöhreti Almanya dışına da yayılmıştır.
Nissen 1933 yılında 37 yaşında Ordinaryüs Profesör unvanıyla
İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi 1. Cerrahi Kliniği’ne direktör
olarak tayin edilmiştir. 1939 yılı sonuna kadar Cerrahpaşa
Cerrahi Kliniği’nde çok verimli çalışmalarda bulunmuş, yeni
ameliyat teknikleri ve yetiştirdiği cerrahlarla Türk Cerrahisi’ne
katkı sağlamıştır. Türkçe ve Almanca dört cerrahi kitabı, 62
Türkçe bilimsel yayını da bulunmaktadır. Dünyada ilk kez yaptığı
ameliyatlarla o dönemde bir efsane olmuştur. Örneğin 1936’da
yaptığı ameliyat daha sonra “Nissen fundoplikasyonu” işleminin
esasını teşkil etmiştir. Dünya cerrahları arasında önemli bir yeri
olan Rudolf Nissen, 1939 yılının son aylarında tedavi amacıyla
gittiği Amerika Birleşik Devletleri’ne, 1940’tan itibaren yerleşmiştir.
1940-1952 yılları arasında Boston ve NewYork’ta çalışmıştır.
1952’de Basel Cerrahi Kliniği direktörü olmuştur. Burada
çok sayıda cerrahın yetişmesini sağlayan Nissen, 1955’te 20.
yüzyılın en önemli ameliyatlarından biri olan “Nissen fundoplikasyonu”
işlemini gerçekleştirmiştir. 1967 yılında emekli olan
Prof. Dr. Rudolf Nissen, 1981’de Basel’de vefat etmiştir (Göksoy,
2001).
Tıp Fakültesi’nin yanı sıra 1933’ten sonraki yıllarda yabancı
bilim adamlarının yoğun çalışma yaptığı diğer bir fakülte de
Fen Fakültesiydi. Fen Fakültesi’nde görev alan yabancı bilim
adamları şunlardır: Richard Edler von Mises (1933-1939),
Willy Prager (1933-1941), E. Finlay Freundlich (1933-1937),
Hans Rosenberg (1938-1940), Thomas Rodys (1942-1947),
Marcel Fouché (1933-1964), Harry Dember (1934-1940), Kurt
Zuber (1941-1963), Arthur v. Hippel (1933-1934), Fritz Arndt
(1934-1955), Kroeplin, Weiss, Friedrich Breusch (1937-1971),
Herzog, Philipp Gross (1936-1939), Valensie, Jean Savard, Frederick
Hurn Constable, André Naville (1933-1937), Curt Kosswig
(1937-1955), Alfred Heilbronn (1933-1956), Leo Brauner
(1933-1955)’dir (Widmann, 2000; Kalaycıoğulları, 2009).
Fen Fakültesi’nde görev alan yabancı bilim adamlarının önde
gelenlerinden biri de Richard Edler von Mises’tir. Berlin
Üniversitesi’nden gelerek 1930’lu yıllarda olasılıklar hesabı
alanında ve hatta uygulamalı matematiğin hemen hemen
bütün dallarında dünya çapında bir otorite olan Mises, Kerim
Erim ile Matematik Enstitüsü’nü yönetmiştir. Nissen’e göre o,
mülteci profesörler çevresinde “en tecrübeli olanı ve en çok
hürmet edilenidir.” Matematikçi ve pozitif felsefenin temsilcisi olarak Türkiye’de de büyük çapta isim yapmıştır. Mises, Harvard
Üniversitesi’nin kendisine yaptığı daveti kabul ederek, 1939’da
Birleşik Devletler’e gitmiştir (Widmann, 2000; Kalaycıoğulları,
2009).
Mises’in Türkiye’deki yılları hakkında Cahit Arf, Erdal İnönü’ye
şöyle bir itirafta bulunmuştur: “Biz, o zaman İstanbul’a gelen
değerli profesörlerden daha çok yararlanabilirdik. Ama yapamadık.
Örneğin von Mises’la beraber çalışmak yerine, ben de
Ratip’de, onunla aynı düzeyde olduğumuzu gösterme çabası
içine girdik, iyi bir işbirliği yapamadık. Oysa örneğin Polonyalılar,
Fransızlarla işbirliği yaparak Polonya’da fonksiyonel analiz
konusunda özgün bir ekol kurdular. Biz de belirli bir alanda öncü
olarak ortaya çıkabilirdik, bu fırsatı kaçırdık” (Widmann, 2000;
Kalaycıoğulları, 2009).
1933’ten sonra Edebiyat Fakültesi’nde mülteci bilim adamlarının
önemli katkıları olduğunu görmekteyiz. Edebiyat
Fakültesi’nde özellikle tarih dalında Türk öğretim üyeleri çoğunluktayken,
felsefe, filoloji, oryantalistik ve pedagoji dallarında
yabancı bilim adamları görev almıştır. Edebiyat Fakültesi’nde
görev alan yabancı bilim adamları şunlardır: Hans Reichenbach
(1933-1938), Ernst von Aster (1936-1948), Walter Kranz
(1942-1952), Kurt Bittel, Helmuth Th. Bossert (1933-1961), Leo
Spitzer (1933-1936), Erich Auerbach (1936-1947), H. Brinkman,
Hellmut Ritter, Clemens Bosch (1935-1955), K. Süssheim,
Wilhelm Peters (1937-1952) (Widmann, 2000; Kalaycıoğulları,
2009).
Edebiyat Fakültesi’nin önemli simalarından olan Leo Spitzer,
1887 yılında Viyana’da doğmuştur. Spitzer olgunluk sınavını
(Matura-Abitur) 1906’da verir. Doktor ünvanını 23 yaşında
(1910) aldıktan üç yıl sonra da ders verme yetkisini (Venia
legendi – Lehrbefugnis) almıştır. İlk önce 1919’da Bonn’da,
daha sonra 1925’te Roman filolojisi profesörü olarak
Marburg’da, 1930’dan 1933’e kadar da Köln Üniversitesi’nde
Roman filolojisi ve karşılaştırmalı filoloji profesörü olarak
görev yapmıştır. Yahudi kökenli bilim adamları Almanya’yı terk
etmeye zorlandığında Leo Spitzer 1933 yazında ilk önce Manchester
Üniversitesi’nden bir davet alır, ancak oradaki çalışma
ortamını beğenmediği için kabul etmez. Kısa bir süre sonra
İstanbul Üniversitesi’nden Roman dilleri ve edebiyatı profesörü
olarak aldığı daveti kabul eder. Spitzer 1933’te İstanbul’a gelerek
İstanbul Üniversitesi yabancı diller okulunun kuruluşunda
görev alıp yöneticiliğini üstlenmiştir. Spitzer, kendisi göreve
başladıktan sonraki dönemde Rosemarie Heyd gibi çok sayıda
genç mültecinin İstanbul’a okutman veya öğretim görevlisi olarak
gelmesine yardım etmiştir. Spitzer aradan üç yıl geçmeden
Baltimore/Ohio’daki John Hopkins Üniversitesi’nden bir davet
alır. Ancak İstanbul Üniversitesi, sözleşmeli olan Spitzer’i bırakmak
istemez. Spitzer Almanya’da Marburg Üniversitesi’nde
onun yerine atanan ve bu arada işten çıkarılan Erich Auerbach’ı
İstanbul Üniversitesi’nde kendi yerine bırakmayı önerir. Spitzer
1936’da ABD’ye göç ederek John Hopkins Üniversitesinde
göreve başlar. Spitzer’in Türkiye’yi niçin terk ettiği konusunda
bazı görüşler ortaya atılmaktadır. Bu görüşlerden birisini Harry Levin, Spitzer’in Türkiye’yi terk etmesindeki en önemli nedeni
şöyle açıklar: “Türkiye’deki kütüphanelerin yetersizliği Spitzer
için uzun süre burada kalmayı imkânsız hale getirmişti; 1936’da
John Hopkins’ten gelen daveti memnuniyetle kabul etti.”
Levin’in dile getirdiği bu sorun daha sonra Auerbach için de
geçerli olmuş, ancak Auerbach bu durumu kendi üretkenliğini
harekete geçiren unsur olarak değerlendirmiştir (Arak, 2009).
Hukuk Fakültesi ve İktisat Fakültesi’nde ise yabancı bilim
adamlarının çalışmaları diğer fakültelerde olduğu kadar yoğun
değildir. Buna karşın bu yabancı bilim adamları arasında,
fakülte üzerinde, hatta fakültenin dışına kadar uzanan büyük
bir etkisi olan önemli bilim adamları görev yapmakta idi. Hukuk
Fakültesi ve İktisat Fakültesi’nde görev yapan yabancı bilim
adamları şunlardır: Andreas Schwartz (1934-1953), Ernst E.
Hirsch5 (1933-1952), Richard Honig (1933-1939), Karl Strupp
(1933-1935), Fritz Neumark (1933-1952), Gerhard Kessler
(1933-1951), Alexander Rüstow (1933-1949), Wilhelm Röpke
(1933-1937), Josef Dobretsberger (1938-1941), Alfred Isaac
(1937-1950) (Widmann, 2000; Kalaycıoğulları, 2009).
Hukuk Fakültesi’nde görev alan ünlü yabancı bilim adamları
arasında yer alan Ernst Hirsch, Türk hukuk bilimi, hukuk pratiği
ve kanun hükümleri için olduğu kadar, tüm Türk bilimsel
düşünüşü içinde Hirsch’in önemli bir yeri vardır. 1902 doğumlu
olan Hirsch, 1933’te Frankfurt’tan İstanbul’a (Amsterdam’daki
geçici bir görevinden ayrılarak) gelmiştir. 1943’ten itibaren
Ankara’da ders vermeye başlamıştır. Hirsch çalışma gücünün
büyük bir bölümünü, kendisine sığınma hakkı tanıyan
Türkiye’ye sunmuştur. 1952’de 50 yaşında Almanya’ya dönüp,
Berlin Üniversitesi’nde profesör olmuş ve iki defa rektörlük
yapmıştır. Hirsch’in Türkiye’deki çalışmaları kendi şerefine yazılan
“Ord. Prof. Dr. Ernst Hirsch’e Armağan” adlı bir Türk yayınında
etraflıca değerlendirilmiştir. Bu eserde Hirsch hakkında
şu hüküm verilmiştir: “Verimli ilmi çalışmalarıyla olduğu kadar,
olağanüstü öğretme yeteneği ile de, ülkemiz hukukçularının
yetişmesinde büyük rol oynamıştır.”
Hirsch’in birçok kanunun çıkarılmasında – örneğin Türk Ticaret
Kanunu ile Türk Telif Hakları Kanunu – büyük payı vardır. Ayrıca
1946’da çıkarılan ve Özerklik Kanunu diye anılan önemli Üniversite
Kanunu’nda da katkısı bulunmaktadır (Widmann, 2000).
Yabancı Bilim Adamlarının Yükseköğretime Katkıları
Yabancı bilim adamları, öğretim programları ve yöntemlerinin
çağa uygun hale getirilmesine katkıda bulunmuştur. Yabancı
profesörler, Malche’ın tavsiyeleri doğrultusunda dersin serbest
ortamda ve normal konuşma şeklinde anlatılması derste günlük
hayattan örnekler verilmesi ve derste hocanın öğrenciye,
öğrencinin hocaya sorular sorması suretiyle hem hocanın hem
de öğrencinin aktif olmasını sağlayan bir yöntemin kullanılmasında
öncü rol oynamışlardır. Yine profesörlerin, öğrencileri
konuşmaya, düşünmeye, araştırma ve yapmaya alıştıran
modern aktif öğretim yönteminin önemli unsurlarından olan
pratik çalışma ve seminer çalışmalarının etkin bir şekilde uygulanmasında,
bir öğretim yöntemi olarak yerleşmesinde, büyük
hizmetleri olmuştur.
Üniversite reformu öncesinde üniversite kütüphanesinde
Türkçe bilimsel eser sayısı çok azdı. Yayınların hemen hepsi de
eski yazıyla yazılmıştı. Öğrenciler yabancı dil bilmedikleri için
yabancı dilde yazılmış kitaplardan da faydalanılamıyordu. Bu
nedenle, öğrenciler büyük ölçüde dersi anlatan hocanın ders
notlarına bağlı kalmakta idi. İşte 1933 de yapılan “Üniversite
Reformu” ile ders kitapları sorunu ciddi bir şekilde ele alınarak
gerek Türk öğretim üyeleri gerekse yabancı hocaların çabalarıyla
bu kitapların sayısı ve kalitesi arttırılmıştır. Her ne kadar yabancı
bilim adamlarına ders kitapları hazırlamadıkları şeklinde yoğun
eleştiriler yöneltilmiş ise de İstanbul Üniversitesi’nde çalışan
profesörlerin yaklaşık %80’inin en az bir kitabı, %60’ının ise iki
ve daha fazla kitabı yayınlanmıştır. Tıp Fakültesi profesörlerinin
çoğunluğunun iki, üç veya dört kitabı yayımlanırken, Fritz
Arndt, Ernst Hirsch, Alfred Isaac, Fritz Neumark, Curt Kosswig,
Andreas Schwarz gibi çeşitli bilim dallarına mensup profesörlerin
Türkiye’de beş ve daha fazla kitabı yayımlanmıştır (Kalaycıoğulları,
2009). 1934-1943 arasında rektörlük yapan Ord. Prof.
Dr. Cemil Bilsel, 1943 yılında yazdığı İstanbul Üniversitesi Tarihi
adlı kitabında, dokuz yıllık üniversite yayınlarının dökümünü
Tablo 2’deki gibi yapmıştır (Bilsel, 1943):
Üniversite reformunun ilk on yılında 50 tane doktora yapılmış
olmasının büyük bir başarı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü
üniversitenin kuruluş çalışmaları ve öğretim faaliyetlerinin ön
planda olduğu beş yıllık dönemin özellikle ilk üç yılında yabancı
profesörlerle Türk doçent ve asistanlar arasındaki çalışma ortamının
ağırlık merkezini, derslerin ve ders notlarının Türkçe’ye
çevrilmesi faaliyetleri oluşturmuştur. Ayrıca alttan gelecek
öğrencilerin lisans öğrenimlerinin de en az dört yıl süreceği
göz önünde bulundurulursa bu sayının yeterli olabileceği düşünülebilir.
Öte yandan, yabancı profesörler, ilk üç yıldan sonra
bilimsel araştırmalara ağırlık verdikleri gibi, bilhassa kendi
öğrencilerinden üstün yeteneklileri asistan alarak yetiştirmeye
başlamışlardır. Özellikle Türkiye’de beş yıldan fazla kalan
yabancı profesörlerin çok sayıdaki öğrencisi, Türk üniversitelerinde
öğretim üyesi olarak görev almışlardır. Yabancı profesörler
Türkiye’den ayrıldıktan sonra da Türkiye’de yetiştirdikleri
öğretim üyeleri, kendi asistanlarını dışarıya hocalarının yanına
eğitime ve doktoraya göndermişlerdir. Bugün Türk üniversitelerinde
çalışan çok sayıda profesör, bu yabancı bilim adamlarının
ya öğrencileri, ya da öğrencilerinin öğrencileridir. Örneğin,
Kimya alanında Fritz Arndt ve Friedrich Breusch, Tıp alanında
Erich Frank6, Felix Haurowitz, Rudolf Nissen, Werner Lipschitz,
Siegfried Oberndorfer, Philipp Schwartz ve Hans Winterstein,
Zooloji alanında Curt Kosswig, Botanik alanında Leo Brauner ve Alfred Heilbronn, Astronomi alanında Wolfgang Gleissberg
ve Erwin Finlay Freundlich, Felsefe alanında Ernst von Aster ve
Hans Reichenbach, Sosyoloji alanında Gerhard Kessler, Pedagoji
alanında Wilhelm Peters, İktisat alanında Fritz Neumark,
Alfred Isaac ve Alexander Rüstow, Hukuk alanında Ernst Hirsch
ve Andreas Schwarz, Filoloji alanında Leo Spitzer gibi profesörlerin
yetiştirdiği çok sayıda Türk bilim adamı üniversitelerimizde
çalışmıştır (Kalaycıoğulları, 2009).
Yabancı bilim adamları gerek üniversite gerekse fakülte
kütüphanelerinin geliştirilip zenginleştirilmesi, gerekse enstitü
(seminer) kütüphanelerinin kurulmasında önemli hizmetlerde
bulunmuşlardır. Yabancı profesörler, genel olarak üniversite
kütüphanesinin, özel olarak da fakülte ve enstitü kütüphanelerinin
kurulması ve gereken düzeye getirilmesi için çok
çalışmışlardır. Profesörler, ihtiyaç duydukları kitapların ve süreli
yayınların listesini yapmış, bu yayınların Avrupa’dan getirilmesi
için de sık sık rapor ve yazılar yazmışlardır. Türk Hükümeti
ve Üniversite yöneticileri de yabancı profesörlerin bu haklı
taleplerini hiçbir güçlük çıkarmadan yerine getirmişlerdir. Kısa
zamanda bütün kütüphanelere çok sayıda Almanca, İngilizce
ve Fransızca kitaplar gelmiştir. Başta Ernst Hirsch olmak üzere
yabancı profesörler, kütüphanelere getirilen kitapların demirbaşa
kaydedilmesi ve tasnifinde bile asistanlarıyla birlikte bir
kütüphane memuru gibi çalışmışlardır. Yabancı profesörler,
Milli Eğitim Bakanlığı tarafından öğrencilerin derslerde ve
seminerlerde yabancı hocalardan daha çok yararlanmalarını
sağlamak için gerek duyulan Almanca ve Fransızca kitapların
Türkçe’ye tercüme edilmesi faaliyetlerine de katkıda bulunmuşlardır.
Bu geniş kapsamlı tercüme teşebbüsü, Hasan Ali Yücel’in
Milli Eğitim Bakanlığı döneminde gerçekleşen Batı klasiklerinin
tercümesi faaliyetinin başlangıcını teşkil etmesi bakımından
önem taşımaktadır (Kalaycıoğulları, 2009).
Malche ve Milli Eğitim Bakanı Reşit Galip Bey, Darülfünun’un
toplum ve hayatla bağının koptuğunu ve kendi içine kapandığını
ısrarla vurgulamışlardır. A. Malche, Türkiye gibi yeni baştan
kurulan bir ülkede üniversite ile hayat arasında çok sıkı bir bağ
kurulması gerektiğini tavsiye etmiş, Atatürk tarafından da bu
konu üzerinde ısrarla durulmuş ve sonuç olarak Üniversite’nin
toplum ve hayatla bağını kurmak için, güncel konulardan seçilen,
halka açık “Üniversite Konferansları” ve yaz tatilinde her
ilde bir “Üniversite Haftası” uygulamaları başlatılmıştır. Yabancı
bilim adamları, halkın aydınlanmasına yönelik olarak yapılan
bu bilimsel ve kültürel faaliyetler içinde de aktif bir şekilde
görev almışlardır. İlk yıllardaki bilimsel araştırmaların sayısının
azlığında Üniversite kütüphanelerinin yetersizliğinin de tesiri
vardır. Üniversite Konferanslarına ve ilk bilimsel mecmuanın
yayımlanmasına 1935 yılında başlanması da, ilk yıllarda kuruluş
çalışmaları ve öğretim faaliyetlerinin ağırlıkta olduğunu
göstermektedir. Hukuk Fakültesi Mecmuası ve Fen Fakültesi
Mecmuası 1935, Romanoloji Mecmuası 1937, Tıp Fakültesi
Mecmuası 1938, İktisat Fakültesi Mecmuası 1939 ve Psikoloji
ve Pedagoji Mecmuası 1940 yılında yabancı profesörlerin katkılarıyla
yayın hayatına başlamıştır. İstanbul Üniversitesi’nde
çalışan 60 yabancı profesörün yaklaşık % 30’u mukavelelerine uygun olarak üçüncü yıl içinde ilk ders kitaplarını yazmışlardır.
Yabancı profesörlerin % 25’i de dördüncü ve beşinci yıl içinde
ilk kitaplarını yazarlarken, % 25’i de altıncı ve daha sonraki
yıllarda ilk kitaplarını yazmışlardır. Bu yabancı profesörlerin
yaklaşık % 20’si ise hiçbir kitap veya ders kitabı yazmamışlardır
(Kalaycıoğulları, 2009).