Son yıllarda tüm dünyada yükseköğretim alanında önemli
gelişmeler yaşanmaktadır. Genelde yükseköğretim kurumlarının
kendileri fonksiyonlarını yerine getirme konusunda sorgulanmakta,
özelde ise yükseköğretim kurumlarının sağladığı
yeterlilikler istihdamda karşılaşılan sorunlara dayalı olarak ele
alınmakta ve yeniden tanımlanmaya çalışılmaktadır. İş gücünün
veya kazanılan derece/diploma ve yeterliliklerin uluslararası
dolaşımının özellikle son yıllarda artması, verilen derecelerin
diğer ülkeler tarafından tanınması yönünde ulusal yükseköğretim
kurumlarının çabaların artmasına yol açmıştır. Diğer
taraftan, özellikle uluslararası öğrenci sayısındaki önemli artış,
ülkelerin bu öğrencileri ya kendi ülkelerine çekme ya da yükseköğretim
kurumlarının şubelerini dünyanın farklı bölgelerinde
kurma çabalarını artırmış, bu durum da ulusal yükseköğretim
sistemlerinde revizyonu zorunlu kılmıştır. Sonuç olarak ülkeler
yükseköğretim sistemlerini hem ulusal hem de uluslararası
dinamiklerdeki değişimler nedeniyle yeniden inşa etme süreçlerini
başlatmışlardır.
Tüm dünyada eş-zamanlı olarak yaşanan bu yeniden inşa sürecinin
dayandırıldığı ana parametrelerden birisinin kalite olduğu
gözlenmektedir. Ülkeler, bir taraftan ulusal piyasanın talepleri
ve kitleselleşen yükseköğretimin finansmanının getirdiği yükler
nedeniyle kendi yükseköğretim sistemleri içindeki yükseköğretim
kurumlarının ne derece kaliteli olduğu ve/veya kaliteli
işlevselliğe sahip olduğu ile ilgili mekanizmalar oluşturmaya
çalışırken diğer taraftan da uluslararası yükseköğretim piyasasında
kalite güvence sistemi yaklaşımlarındaki değişimlere
göre de kendi kalite güvence mekanizmalarında revizyonlar
yapmaya çalışmaktadır (ENQA, 2008). Diğer taraftan politika
yapıcılar, ulusal yükseköğretim kurumlarını, kalite değerlendirmesinin
karşılaştırılabilir avantajını kullanarak uluslararası
yükseköğretim pazarına taşımayı da amaçlamaktadır. Bu gelişmeler
son yıllarda kalite güvencesinin yaygınlaşmasına neden
olmuştur. Ülkeler bir taraftan kalite güvence mekanizmalarını
uygulamaya koymakta, diğer taraftan köklü üniversite geleneğine
sahip ülkeler mevcut kalite mekanizmaları ve prosedürlerinde
revizyonlar yapmaktadırlar. Konu, halen tüm dünyada
yükseköğretim kurumları, politika yapıcılar ve kalite güvencesi
ajansları açısından sıcak bir tartışma konusu olmayı sürdürmektedir
(Campbell & Van der Wende, 2000; El-Khawas, 2001; Van
der Wende & Westerheijden, 2001; Hamalainen, 2003; Doods,
2005; Orsingher, 2006; Schwarz & Westerheijden, 2007; Westerheijden,
Stensaker & Rosa, 2007; Kehm, 2010; Özer, Gür &
Küçükcan, 2010; Green, 2011).
Türkiye’de de yükseköğretim alanında son yıllarda son derece
önemli gelişmeler yaşanmaktadır: Bir taraftan yükseköğretimde
büyük bir genişlemeye tanık olunmakta (Günay &
Günay, 2011), diğer taraftan yükseköğretime erişim önündeki
eşitsizliklerin giderilmesi yönünde önemli adımlar atılmaktadır.
Yükseköğretim sistemindeki bu yeni yaklaşımların sonuçları
alınmaya başlanmış, yükseköğretime erişim kapasitesi ve dolayısıyla
yükseköğretimde okullaşma oranında sıçrama yaşanmış
ve bu artışın devam edeceği de görülmektedir. Diğer taraftan,
artık yükseköğretim kurumları, öğrencilerden ekonomi temsilcilerine
kadar geniş spektrumda çok sayıda aktörü “paydaş”
olarak tanımlamakta ve paydaşlarıyla karşılıklı beklentileri
gerçekleştirmek üzere etkileşimi artırmaya çalışmaktadır.
Üniversiteler, eğitim-öğretim, araştırma ve toplumsal hizmet
üretimi faaliyetleriyle ilgili olarak birbirleriyle kıyasıya rekabet
etmektedir.
Yükseköğretim alanında söz konusu büyüme, bir taraftan doğal
olarak birçok problemi beraberinde getirirken diğer taraftan bu
büyümeden önce de problem olan konuların daha da büyük
problem alanı oluşturmasına yol açmıştır. Örneğin öğretim
üyesi eksikliği, bölüm/program açma süreçlerinin yavaşlığı ve
kadro taleplerinin yeterince karşılanmaması bu problemlerden
sadece bir kaçıdır. Söz konusu problemler ve çözümleri
yönünde çalışmalar devam ederken kamuoyunda yükseköğretim
sistemi reformu yada kısaca “YÖK reformu” olarak bilinen
ve yükseköğretimin yeniden yapılandırılmasını amaçlayan bir
taslak çalışması YÖK tarafından hazırlanmış ve kamuoyuna
sunulmuştur. Taslak hakkında tartışmalar başlamıştır ve önümüzdeki
günlerde de taslak etrafında önemli tartışmaların
yapılması beklenmektedir.
Mevcut genişlemenin sürdürülebilir olması için mevcut durumun
tespitine, analizine ve bu büyüme ile tutarlı çözümlerin
hızla hayata geçirilmesine ihtiyaç duyulmaktadır. Türkiye’nin
öncelikleri ve halen büyüme endüstrisi görünümünde olan
yükseköğretimimizin mevcut durumu derinlemesine analiz
edilmeden yükseköğretimin yeniden yapılandırılması konusunda
atılacak adımların, hem yükseköğretimde sürdürülebilir
büyümeyi sekteye uğratma hem de mevcut sorunlara çözümler
amaçlanırken yeni sorun alanları yaratma riski bulunmaktadır
(Özer, Gür & Küçükcan, 2010). Bu nedenle, söz konusu yasa
tasarısını değerlendirmeden önce mevcut duruma ilişkin bir
analiz yapılması ve bazı stratejik tercihlerde bulunulması son
derece önemlidir.
Yükseköğretimin yeniden yapılandırılması yükseköğretimle ilgili
çok sayıda bileşenle ilgili düzenlemeyi çağrıştırmaktadır. Bu düzenlemeler bir taraftan YÖK’ün varlığını sürdürüp sürdürmemesinden,
sürdürecekse nasıl ve ne şekilde sürdüreceğinden
yükseköğretim kurumlarının akademik, idari, yönetsel, ve mali
fonksiyonlarına kadar değişik alanlarda düzenleme yapılmasını
kapsamaktadır. Bu çerçevede bu çalışmada, YÖK’ün yeniden
yapılandırmanın merkezinde olması gereken kalite güvence
sistemi bağlamında nasıl yapılandırılacağı ve yükseköğretim
kurumları ile ilişkileri çerçevesinde yapılması ve atılması gereken
adımlar üzerinde önerilerde bulunulmaktadır.
YÖK kaldırılmalı mı?
Türkiye’de yükseköğretimle ilgili tartışmaların bir süre sonra
YÖK merkezli ve genellikle YÖK’ün kaldırılması yönüne doğru
evrildiği görülmektedir. Genellikle, yükseköğretim sistemi ile
ilgili problemlerin YÖK’den kaynaklandığı; YÖK’ün mevcut yapısının
yaklaşık yirmi-otuz üniversite için kurgulandığı, sayıları
ikiyüzlere doğru giden yükseköğretim kurumlarının bulunduğu
bir sistem içinde YÖK’ün mevcut büyümeye cevap veremediği
ifade edilmektedir. Tartışmalar, “mevcut yapı neyi engelliyor?
Neyi yavaşlatıyor? Nereye gidilmek isteniyor da YÖK buna
engel oluyor?” çerçevesinde yürütülmediği zaman tartışmalar
ideolojik olarak polarize olmakta ve yükseköğretimle ilgili tüm
kötülüklerin kaynağı olarak görülen YÖK kaldırıldığı zaman
kötülüklerin de ortadan kalkacağı varsayılmaktadır.
Yukarda da değinildiği üzere hemen hemen tüm ülkelerde yükseköğretim
sisteminin yeniden inşa sürecinin dayandırıldığı ana
parametrelerden birisinin kalite ve kalite güvence sisteminin
olduğu görülmektedir. Dolayısıyla Türkiye’de yükseköğretimin
yeniden yapılandırılmasında da kalite güvence sistemi merkezde
olmalıdır. Özellikle Bologna süreci nedeniyle bir süredir
yükseköğretimde kalite güvence sistemi ve kalite ajansı ile ilgili
tartışmalar gerçekleşmektedir. Yapılan tartışmaların, kalitenin
gerçekte yükseköğretim kurumlarının meselesi olduğu ve bu
çerçevede yapılması gerekenler ve atılması gereken adımlar
etrafında değil de özellikle kalite güvence ajansının nerede
kurulacağı konusunda düğümlenmesi; özellikle, YÖK’den şikayet
edildiği bir ortamda YÖK mevcut yapısını korurken YÖK’ün
dışında bir ulusal kalite ajansının kurulması yönünde yaklaşımların
önerilmesi oldukça düşündürücüdür.
YÖK’ün icra ettiği fonksiyonlara yakından bakıldığında üniversitelerle
ilişkisinin ötesinde diploma denkliğinden, uluslararası
yükseköğretim kurumlarının tanınmasına, ulusal yükseköğretimin
uluslararası temsiliyetine, MÜDEK, FEDEK gibi derneklerin
kalite güvence kuruluşları olarak tanınmasına ve yükseköğretimle
ilgili politikalar geliştirmeye kadar birçok fonksiyonu
yerine getirdiği görülmektedir. Dolayısıyla adına ne denirse
densin, hem bu fonksiyonları icra edecek hem de yükseköğretim
kurumları arasında eşgüdüm ve koordinasyonu sağlayacak
bir kurul zorunlu görünmektedir. Bu fonksiyonların istenilen
hızda ve etkin bir şekilde yapılamaması başka bir konudur.
Sonuç olarak, yükseköğretim sistemi için YÖK gibi bir kurul
zorunluysa kalite güvence ajansı nasıl ve nerede kurulacaktır?
YÖK, Ulusal Kalite Güvence Ajansı Olarak Düzenlenebilir mi?
Bologna sürecinin başlamasından itibaren Avrupa Yükseköğretim
Alanında (AYA) kalite güvence sistemlerinin oluşturulmasına yönelik bir dizi gelişme yaşandı. AYA’da çok sayıda yeni
kalite güvence ajansı kuruldu. 22 ülke ulusal kalite güvence
ajanslarını Bologna süreci başladıktan sonra kurmuş olup
bunların yarısının kurulma sürecinin de 2005 yılında başladığı
görülmektedir (Eurydice, 2010). Diğer taraftan mevcut ajanslar
veya ilgili yapılarda hem yapısal hem de işlevsel değişimler
yaşandı ve halen de yaşanmaktadır. AYA’da faaliyet gösteren
kalite güvence ajansları ve ilgili yapılara bu yaşanan dinamik
süreçte bir üst çerçeve sağlamak, ortak bir kalite kültürü oluşturmak
ve çizilen çerçeveye doğru bir yakınsama sağlamak
üzere 2005 yılında Kalite Güvencesi Standartları ve Kılavuzu
(ESG) yayınlandı (ENQA, 2005).
Avrupa Yükseköğretim Kalite Güvence Birliği (ENQA), Avrupa
yükseköğretim alanındaki kalite prosedürleri ile ilgili gelinen
noktayı tespit etmek için zaman zaman kalite güvence ajanslarına
yönelik taramalar yapmakta ve raporlar yayınlamaktadır.
Birinci taramanın sonuçları 2003 yılında yayınlanmış (ENQA,
2003), ikinci ve en kapsamlı taramanın sonuçları ise 2008
yılında yayınlanmıştır (ENQA, 2008). İkinci tarama ENQA’ya
üye 51 kalite güvence ajansı ve ilgili yapılar üzerinde gerçekleştirmiş
olup ajansların genel bir resmini sağlamakta; ESG ile
kalite güvence ajanslarının yapısının, fonksiyonlarının ve faaliyetlerinin
ne derece örtüştüğü konusunda bir durum tespiti
yapmaktadır (ENQA, 2008). Oldukça kısa olan son tarama ise
yeni yayınlanmış olup, ikinci taramanın aksine sadece AYA’da
dış kalite güvencesinde iyi örnekleri ortaya koymayı amaçlamaktadır
(ENQA, 2012).
ENQA tarafından gerçekleştirilen ikinci tarama, yukarda da
değinildiği üzere ENQA tarafından gerçekleştirilen en kapsamlı
taramadır. Tarama, kalite güvence ajanslarının yapılarından statülerine,
kullandıkları dış kalite prosedürlerinden paydaşlarla
etkileşimlerine ve fonksiyonlarına kadar çok geniş bir alanda
gerçekleştirilmiştir. Elde edilen sonuçlar , AYA’da faaliyet gösteren
kalite güvence ajanslarının hem yapısal hem de işlevsel
olarak oldukça büyük bir çeşitliliğe sahip olduklarını göstermektedir.
Tarama ayrıca, ajansların organizasyonundan kullandıkları
kalite güvence metodolojilerine kadar geniş bir alanda
oldukça dinamik bir değişim yaşanmakta olduğunu; ajanslar
tarafından yerine getirilen görevlerin kapsamı ve çeşitliliğinin
artmakta olduğunu; ajansların sadece prosedürlerinde değişiklikler
yapmakla kalmadıklarını, iş portföylerine yeni aktiviteler
de eklemekte olduklarını göstermektedir (ENQA, 2008; Özer,
Gür & Küçükcan, 2010; Özer, 2012). Burada konumuz açısından
önemli olan kalite güvence ajanslarının hangi fonksiyonları
gerçekleştirdikleri ve bu fonksiyonların ajansların iş portföylerindeki
önemidir. Bu açıdan söz konusu tarama önemli bulgular
içermekte olup ajansların altı farklı fonksiyonu olduğunu ortaya
koymaktadır (ENQA, 2008):
a) Kalite güvencesi; Kalite artırma/iyileştirme; Programların
dış kalite güvencesi; Kurumların dış kalite güvencesi;
Yükseköğretimin kalitesi üzerine bilgi toplama ve yayma:
Ajansların fonksiyonları arasında en yüksek etkiye sahip
olan fonksiyonlar olup ajansların %77’si bunların beşini de
fonksiyonu olarak içermektedir.
b) Diplomaların denkliği: Ajansların %50’si diplomaların denkliğini
fonksiyonu olarak tanımlamaktadır.
c) Yükseköğretim kurumlarının tanınması ve yetkilendirilmesi:
Bu fonksiyon ajansların %68’i tarafından gerçekleştirilmektedir.
d) Disiplin standartlarının geliştirilmesi ve sürdürülmesi: Bu
fonksiyon ajansların %68’i tarafından gerçekleştirilmektedir.
e) Yeterlilikler çerçevelerinin geliştirilmesi ve sürdürülmesi: Bu
fonksiyon ajansların %68’i tarafından gerçekleştirilmektedir.
f) Yükseköğretimin fonlanmasına karar verme: Bu fonksiyon
ajansların %48’i tarafından gerçekleştirilmekte olup en
düşük etkiye sahip fonksiyon olarak tanımlanmaktadır.
AYA’da faaliyet gösteren kalite güvence ajansları veya ilgili
yapıların gerçekleştirdikleri yukarda değinilen fonksiyonlara
bakıldığında sadece kalite ile ilgili fonksiyonları olmadıkları,
ilave olarak bir çok farklı fonksiyona sahip oldukları ve bu
fonksiyonların kabaca hepsinin de mevcut YÖK tarafından icra
edildikleri görülecektir. Dolayısıyla YÖK, zaten de facto olarak
ulusal kalite güvence ajansı olarak işlev görmektedir. Sadece,
kendisinin ulusal kalite güvence ajansı olarak tanımlanmasına
ve kalite ile ilgili fonksiyonları daha detaylı olarak iş portföyüne
eklemesine ihtiyaç duyulmaktadır. YÖK, zaten bir çok kalite
mekanizmasına sahiptir. Önlisans, lisans ve lisansüstü programların
açılabilmesi için YÖK tarafından kaliteyle ilişkili minimum
eşikler belirlenmiş olup bu kriterleri sağlayan programların açılmasına
izin verilmektedir. Dolayısıyla, YÖK’ün kalite denetimi
amacıyla kullandığı en önemli araç, bölüm ve program açma
ile öğrenci alımının YÖK’ün onayına tabi olması olup, bu çerçevede
bir programın veya bölümün açılabilmesine belirlenmiş
ölçütler çerçevesinde izin verme, bir ön-akreditasyon olarak
da değerlendirilmektedir (Özer, Gür & Küçükcan, 2010). Buradaki
temel problem, YÖK tarafından program veya bölümlerin
açılması ile ilgili bir ön-akreditasyon uygulanmasına rağmen,
program veya bölüm açıldıktan sonraki sürecin izlenmemesidir
(Özer, 2012). Dolayısıyla YÖK’ün yeniden yapılandırılmasında,
süreçleri de izleyen kalite güvence prosedürlerini yürürlüğe
koyması gerekmektedir.
Diğer taraftan, AYA’da kalite güvencesi ile ilgili olarak sistemler
arasında güveni tesis etmek için, ülkelerin mümkün olduğu
kadar kendi yükseköğretim kurumlarını diğer ülkelerin kalite
güvence ajansları tarafından dış değerlendirmeye tabi tutmaları
teşvik edilmektedir. Nisan 2012 de yayınlanmış Bologna Süreci
Gerçekleştirme Raporuna göre 14 farklı ulusal sistem yükseköğretim
kurumlarının kendi ajansları yerine diğer ülkelerin kalite
ajansları tarafından değerlendirilmeyi seçme konusunda özgür
olduklarını belirtirken diğer sistemlerde bu konuda kısıtlamalar
olduğu görülmektedir (Eurydice, 2012): Örneğin, Danimarka
ve Almanya’da yükseköğretim kurumları, diğer ülkelerin kalite
güvence ajanslarını sadece ortak programların akreditasyonu
söz konusu olduğunda kullanabilirken, ortak olmayan programlar
için kullanamamaktadır. Bu programların diğer ülkelerin
kalite güvence ajansları tarafından sadece değerlendirilmesine
(evaluation) izin verilmektedir. Avusturya’da kamu yükseköğretim
kurumları diğer ülkelerin kalite güvence ajanslarını kullanabilirken
özel yükseköğretim kurumları için bu söz konusu değildir. Moldova ve İspanya’da yükseköğretim kurumlarının
prestij amaçlı olarak diğer ülkelerin kalite ajansları tarafından
değerlendirme yaptırmaları, öncelikle kendi ülkelerinin
kalite güvence sistemleri tarafından akredite olduktan sonra
mümkün olabilmektedir (Eurydice, 2012; Özer, 2012). Ülkeler
kalite güvence sistemlerini kendi yükseköğretim sistemlerinin
dinamiklerine göre kurguladıkları için bu konuda doğal olarak
ülkeden ülkeye değişen farklı yaklaşımlar bulunmaktadır.
Türkiye’de yükseköğretim kurumları, ulusal olmayan kalite
güvence ajanslarının değerlendirmelerine açıktır ve halen
hiçbir kısıtlama da bulunmamaktadır. Bu çerçevede örneğin,
İTÜ’den 24, ODTÜ’den 13, Boğaziçi Üniversitesinden 6 ve Bilkent
İhsan Doğramacı Üniversitesinden 1 program olmak üzere
44 mühendislik programı ABET tarafından akredite edilmiştir.
YÖK’ün kalite ajansı olarak düzenlenmesinde gelebilecek en
önemli eleştirilerden birisi bağımsızlık konusudur. Ülkemizde
bağımsızlık, genellikle fonlanma ile ilişkili olarak değerlendirilirken
ENQA tarafından yapılan ikinci taramada ajansların
fonlanması ile bağımsızlığının ayrı kategorilerde değerlendirilmesi
oldukça manidardır. Hemen hemen tüm ülkelerde kalite
ajanslarının kurulmasındaki inisiyatif ya hükümetler tarafından
alındığı ya da hükümetler tarafından desteklendikleri için bu
durum ajansların fonlanmasına da doğal olarak yansımaktadır.
ENQA tarafından yapılan tarama sonuçları ajansların fonlanmasında
ana kaynağın hükümet ödenekleri olduğunu göstermektedir:
hükümet desteği 17 ajansta %100, 15 ajansta %52-%98
arasında, 2 ajansta %10-%34 arasında ve 1 ajansta ise %2-%8
arasında gerçekleşmekteyken sadece 6 ajans hükümetten hiç
destek almamaktadır (ENQA, 2008). Dolayısıyla kalite ajanslarının
hükümetlerden ekonomik destek almaları bağımsızlıklarına
halel getirmemektedir.
ESG standartları kalite güvence ajanslarının, hem çalışmalarında
özerk bir sorumluluğa sahip olmaları hem de düzenleyecekleri
raporlarda belirtilen sonuçların, kararların ve tavsiyelerin
ajansın dış paydaşlarından etkilenmemesi bağlamında
bağımsız olmaları gerektiğine vurguda bulunmaktadır (ENQA,
2005; 2008). Bu bağlamda ajansların bağımsızlıkları ile ilgili iki
spesifik ölçü kullanılmaktadır (ENQA, 2008):
a) Kalite güvence ajansının, yükseköğretim kurumları ve hükümetlerden
çalışma bağımsızlığı, yönetim enstrümanları
veya yasal düzenlemeler gibi resmi dökümanlarda garanti
altına alınmalıdır,
b) Kalite güvence ajansının kullandığı prosedürler ve yöntemlerin
tanımlanması ve çalıştırılması, dış kalite güvence
uzmanlarının aday gösterilmeleri ve atanmaları, ve kalite
güvence süreçlerinin sonuçlarının belirlenmesi yükseköğretim
kurumlarından, hükümetlerden ve politik organlardan
özerk ve bağımsız bir şekilde gerçekleştirilmelidir.
YÖK’ün Yükseköğretim Kanunu ve Anayasa’nın 130. ve 131.
maddeleriyle kendisine verilen görev ve yetkiler çerçevesinde
özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip bir kuruluş olduğu göz
önüne alındığında, YÖK’ün özerk bir kuruluş olarak yükseköğretim
kurumları ve hükümetlerden çalışma bağımsızlığı yasal
düzenlemelerle garanti altındadır. Ancak, ESG standartlarına
göre kalite güvence ajanslarının çalışmaları ile ilgili net ve açık hedeflere ve amaçlara sahip olmaları istenmektedir (ENQA,
2005). Bu nedenle, YÖK’ün diğer görevlerine ilave olarak dış
kalite güvencesinin kendisinin temel etkinliği olduğu ve bu
etkinliği gerçekleştirmede sistematik bir yaklaşımı olduğu yasal
düzenlemede net bir şekilde ifade edilmelidir (ENQA, 2008).
YÖK bünyesinde tıpkı denklik birimi gibi kalite birimi kurulmalı,
ve kalite güvence sistemi ile ilgili tüm faaliyetleri bu birim
takip etmelidir. Bu tarzda bir kalite biriminin YÖK bünyesinde
kurulabileceğine ilişkin tartışmalar ve modellemeler literatürde
mevcuttur (Belenli ve ark., 2011). Söz konusu tarzda bir birimin
nasıl teşkil edileceği, görevleri, çalışma usul ve esasları kalite
ilgili yasa metninde değil, YÖK tarafından çıkartılacak bir yönetmelikle
düzenlenmelidir. Kalite güvence sistemi yükseköğretim
kurumları ile ilişkili olduğu için geçiş sürecini kolaylaştıracak
şekilde belirlenecek bir süre sonunda yükseköğretim kurumlarının
da kendi iç kalite yönetimi sistemlerini kurmaları yasal
olarak zorunlu hale getirilmelidir.
Kalite Güvence Sisteminin Katkı Yapabilmesi İçin Çözüme
Kavuşturulması Gereken Bazı Temel Sorun Alanları
Her yükseköğretim sisteminin bir gelişim öyküsü olduğu gibi
Türk yükseköğretim sisteminin de bir öyküsü vardır. Mevcut
durum için çözüm yolları üretilirken bu gelişim öyküsünün
derinlemesine analiz edilmesi, yükseköğretim sistemimizin
mevcut durumu ve gelişimi, güçlü ve zayıf yönleri dikkate alınarak
önerilerin geliştirmesi, inşa sürecinin arkasında tutarlı bir
bütüncül yaklaşımın olması son derece önemlidir. Bu yaklaşım,
yükseköğretimin yeniden yapılandırılması ile ilgili süreçte göz
önüne alınan tüm bileşenlere yansıdığı ölçüde tutarlı bir değişim/
dönüşümden bahsedilebilecektir. Aksi takdirde gelişim
öyküsüyle tutarsız, hatta söz konusu bileşenlerin birbiriyle
çatışabileceği ve belki de öngörülemeyen kaotik bir duruma
geçilme riski bulunmaktadır. Bu durum, kalite güvence sisteminin
tesisi ve uygulanmasında da kendisini gösterecektir. Bu
çerçevede bazı temel sorun alanları ve çözüm önerileri aşağıda
sunulmaktadır:
a) Türk yükseköğretiminde son yıllarda büyük bir genişleme
yaşanmış ve yaşanmaya da devam etmektedir. Bu çerçevede
bir taraftan mevcut üniversitelerin öğrenci sayılarında
önemli artışlar olurken diğer taraftan yükseköğretim
kurumlarının sayısı da önemli oranda artmış ve artmaya
da devam etmektedir. Bu yaşananların kendiliğinden,
rastgele süreçler olması mümkün değildir, ancak hem YÖK
hem de hükümetler tarafından kararlı bir iradenin uygulamaya
konulmasıyla gerçekleşebilmektedir, bu da bir ulusal
yükseköğretim politikasına işaret etmektedir. Bu politika
tartışılabilir, ancak ülkemizin büyüyen ve güçlenen ekonomisi,
nitelikli insan ihtiyacı ve özellikle artan yükseköğretim
talebi göz önüne alındığında uzun vadeli ve olumlu bir
yükseköğretim politikası olduğu görülmektedir. Bu politikanın
sonuçları da alınmaya başlanmıştır: Yükseköğretimde
okullaşma oranları önemli ölçüde artmış ve YÖK’ün 2007
yılında yayınladığı raporda 2015 yılı için öngörülen örgün
yükseköğretimde okullaşma oranına öngörülenden çok
daha önce, 2009-2010 yılında ulaşılmıştır (YÖK, 2007). Bu
büyüme yeterlimidir? Hem yükseköğretime giderek artan
talep hem de ülkemizde yükseköğretimde okullaşma oranının OECD üye ülkeler ortalamasından hala düşük olduğu
göz önüne alındığında bu büyüme politikası sürdürülmelidir.
Ancak, bu büyümenin kalite açısından sürdürülebilir
olması için hem fiziki kaynaklar hem de insan kaynakları
açısından açtığı sorunlara dikkat edilmeli ve hızla çözümler
üretilmelidir. Bu çerçevede en önemli sorunlardan birisi,
öğrenci sayısı artışına paralel öğretim elemanı sayısında
artışın sağlanamamasıdır. Özellikle öğretim elemanlarının
büyük şehirlerde yoğunlaşması bu olumsuz durumu kronikleştirmekte
ve bölüm/program/fakülte temelli öğretim
elemanı dağılımlarında ulusal ölçekte büyük dengesizliklere
yol açmaktadır (Özer, 2011). Bu durum öğretim elemanı
başına düşen öğrenci sayısının çok yüksek olmasına yol
açmakta, sonuç olarak hem eğitimin kalitesi hem de öğretim
elemanın aşırı ders yükü nedeniyle araştırma kapasitesi
düşmektedir. Bu nedenle;
i) Yükseköğretim kurumları öğrenci kontenjanlarını
belirleme konusunda özgür bırakılmalı, YÖK müdahale
etmemelidir.
ii) Lisansüstü programların açılma kriterleri, sayıları ve
verilen eğitim gözden geçirilmeli, lisansüstü öğrencilerin
sorunları araştırılmalı ve doktora mezun sayısını
artırmaya yönelik mevcut teşvik ve destekleri artıracak
politikalar geliştirilerek hızla uygulamaya konulmalıdır.
iii) Öğretim elemanlarının özlük haklarında iyileştirmeler
sağlanmalıdır.
b) Yükseköğretim kurumlarında insan kaynakları açısından da
önemli sorunlar yaşanmaktadır. Bir taraftan yeterli öğretim
elemanı bulamama sıkıntısı çekilirken diğer taraftan
mevcut öğretim elemanlarının akademik performansları
ile ilgili sıkıntılar yaşanmaktadır. Bu nedenle herkese eşit
ücret yerine akademik performansı değerlendirecek ve
ödüllendirecek mekanizmalar geliştirilmelidir. Diğer taraftan,
üniversitelerin performansını sadece akademik personel
değil aynı zamanda idari personel de etkilemektedir.
İdari personel devlet üniversitelerinde sayılarıyla orantılı
bir verimliliğe sahip değildir. Özel sektörde çok az sayıda
elemanla yapılabilecek işler için daha çok idari personel
istihdam edilmesine rağmen işler aksayabilmekte, bu da
verimi düşürdüğü gibi kurumsallaşmayı da engellemektedir.
Bu nedenle hem akademik hem de idari personelle
ilgili verimliliğe ve performansa dayalı esnek bir düzenleme
yapılmalıdır.
c) Bir diğer sorun alanı rektörlerle ilgilidir. Son zamanlarla rektörlük
seçimi ile ilgili çok sayıda sorun dile getirilmesine ve
seçim yerine doğrudan atama veya mütevelli heyeti benzeri
bir konsey yapısı önerilmesine rağmen asıl sorun, rektörlerle
görev süreleri boyunca stratejik planlama çerçevesinde bir
performans değerlendirmesi yapılmamasıdır. Rektörlerin
yetkileri ve yapabilecekleri göz önüne alındığında, rektörlerin
performansı bir yükseköğretim kurumunun eğitim, araştırma
ve topluma hizmet performansını ve bu hizmetlerin
kalitesini büyük oranda etkilemektedir. Bu nedenle, rektörlerle
göreve başladıklarında yükseköğretim kurumunun
stratejik planına dayalı performans anlaşması yapılmalı, her kurumyıl
süreç izlenmeli, ve sorunlarla ilgili iyileştirme yönünde
uyarılar yapılabilmeli, iyileştirme olmadığında da yaptırımlar
uygulanabilmelidir. Bu çerçevede başarılı bir rektörün
yeniden seçime girmesi ne kadar anlamsızsa başarısız bir
rektörün yeniden aday olabilmesi de o kadar anlamsızdır.
d) Bir başka sorun alanı meslek yüksek okulları (MYO)dır.
MYO’larla ilgili iki temel sorun bulunmaktadır. Birincisi
MYO’ların kurulması, diğeri de öğrenci kabulü ile ilgilidir.
MYO’ların açılmasında YÖK tarafından ihdas edilen
kriterler incelendiğinde kurulması teklif edilen MYO’nun
konumundan sektörel ilişkilerine, altyapısından eğitimistihdam
ilişkisine ve öğretim elemanı sayısına kadar bir
çok kriterin belirlendiği görülmektedir. Ve bu kriterlerin
mesleki-teknik eğitimin güçlendirilmesine yönelik ve kalite
ile ilişkili oldukları da görülecektir. Ancak, reel durum
hiç de iç açıcı değildir. MYO’ların ülkemizde nerelere ve
nasıl kurulduğuna bakıldığında burada önceliğin yukarda
değinilen ve ülkemizin gerçekten büyük ihtiyaç duyduğu
güçlü mesleki-teknik eğitim elemanı yetiştirmekten ziyade
öğrenci sayısı nedeniyle ilçe ve beldelerin ekonomik canlılığının
daha çok ön planda olduğu rahatlıkla görülmektedir.
Üniversite yönetimlerine ilçelerde, beldelerde meslek
yüksekokulları açılması için büyük baskılar yapılmaktadır.
Bu nedenle MYO’lar programlarıyla ilgili sektörlerin olmadığı
yerlerde açılabilmekte, altölye-laboratuvar ve makine
teçhizat ve öğretim elemanları bakımından da oldukça zayıf
bir görünüm sergilemektedir. Bu da ülkemizin sınırlı kaynaklarının
verimsiz kullanımına yol açmaktadır. MYO’larla
ilgili ikinci sorun, 2002 yılında 4702 sayılı yasayla Mesleki
Teknik Eğitim Bölgesi (METEB) ile ilişkilendirilmiş olan MYO
programlarına mesleki ve teknik ortaöğretim mezunlarının
sınavsız geçiş hakkıdır. Sınavsız geçiş hakkı, yukarda da
değinildiği gibi fiziki ve beşeri kaynaklar açısından zaten
zayıf olan MYO’ların bir de öğrenci kalitesinin düşmesine
neden olmuştur. Sonuç olarak, bugün MYO’lar tüm paydaşların,
yükseköğretim kurumlarının, YÖK’ün, öğrencilerin ve
ilgili sektörlerin sürekli şikayetçi oldukları günah keçilerine
dönüşmüştür. Bu nedenle,
i) MYO’ların kurulması için belirlenen kriterlerin yeterince
ayrıntılı hazırlandığı ve belli bir kaliteyi hedeflediği görülmektedir.
Sorun, bu kriterlerin eksikliğinden ziyade,
kullanılıp kullanılmaması ile ilişkilidir. Bu nedenle, bu
kriterlerin sağlanıp sağlanmadığının denetimi YÖK’de
bürokratik denetimden çok akran değerlendirmesine
(peer review) dayalı bir süreç olarak işletilmelidir.
ii) Lisans ve lisansüstü programlarda da yapılması gerektiği
gibi ön lisans programları da belirli aralıklarla YÖK
tarafından saha ziyaretleri de dahil olmak üzere dış
denetime tabi tutulmalı, eksikliklerin giderilmesi için
belirli bir süre verilmeli, ve bu süre sonunda söz konusu
eksiklikler giderilmediğinde programa öğrenci alımı
durdurulmalıdır.
iii) 2002 yılında 4702 sayılı yasayla Mesleki Teknik Eğitim
Bölgesi (METEB) ile ilişkilendirilmiş olan MYO programlarına
mesleki ve teknik ortaöğretim mezunlarının
sınavsız geçiş hakkı kaldırılmalıdır.
Kalite Güvence Sisteminin Uygulanmasında Seçenekler
Bir önceki kısımda, kalite güvence sisteminin uygulanmasında
karşılaşılabilecek bazı temel sorun alanlarına değinildi. Bu
sorun alanları ile ilgili çözümler üretilmeden kalite güvence
sisteminin katı bir şekilde uygulanması yükseköğretimde kaliteyi
artırmayacağı gibi yükseköğretim kurumlarına gereksiz
bürokratik yükler yükleyecek ve doğal olarak yükseköğretim
kurumlarından itirazlar yükselecek ve bu sorunlar tekrar
tekrar gündeme getirilecektir. Diğer taraftan, bu sorunlardan
bazılarının çözümünde, örneğin öğretim üyesi yetiştirmede,
bugünden yarına büyük iyileştirmelerin sağlanamayacağı göz
önüne alındığında kalite güvence sisteminin esnek bir şekilde
kurgulanması ve dış kalite prosedürlerinin de yeterli-yetersiz
gibi değerlendirmelerden ziyade eksikliklerin tespit edilip
belirlenen bir sürede takip edilerek düzeltilmesi şeklinde kalite
iyileştirme odaklı belirlenmesi gerekmektedir. Böylece kalite
güvence sistemi, yükseköğretimin kalitesinin artırılmasına
gerçekten katkı sağlayabilecektir. Bu bağlamda, aşağıda kalite
güvence sisteminin uygulanmasında dikkat edilmesi gereken
hususlar ve kullanılabilecek seçenekler sunulmaktadır:
a) YÖK, bünyesinde kuracağı kalite biriminin koordinasyonu ile
yükseköğretim kurumlarında kalite kültürünün oluşmasına
ve kendi iç kalite güvence sistemlerini kurmalarına yardımcı
olmalıdır.
b) Yükseköğretim kurumlarının geçiş sürecini kolaylaştıracak
şekilde belirlenecek bir süre sonunda kendi iç kalite yönetimi
sistemlerini kurmaları yasal olarak zorunlu hale getirilmelidir.
c) Yükseköğretim kurumları AYA’da da olduğu gibi kendi kalite
güvence prosedürlerini geliştirmede özgür olmalı, ancak
yükseköğretim kurumları kalite güvence prosedürleri için
hedefler belirlemeli ve bu hedeflere ulaşılıp ulaşılmadığı
izlenebilir/kanıtlanabilir olmalıdır (Özer, Gür & Küçükcan,
2010).
d) YÖK önlisans, lisans ve lisansüstü programların açılabilmesi
için belirlemiş olduğu kriterleri oldukça büyümüş olan
yükseköğretim sistemini göz önüne alarak yeniden gözden
geçirmeli, ve geliştirmiş olduğu yeni kriterleri sağlayan
programların açılmasına izin verme yetkisini kullanmayı
sürdürmelidir. Ancak bu sürecin hızlı, şeffaf olması ve
elektronik ortamda gerçekleşmesi sağlanmalıdır. Ayrıca,
bu kriterlerin sağlanıp sağlanmadığının denetimi YÖK’de
bürokratik denetimden çok akran değerlendirmesine (peer
review) dayalı bir süreç olarak işletilmelidir.
e) Kalite güvence mekanizmalarının üniversitelerde oluşturulmasında
özellikle devlet üniversitelerinde ders yükü
oldukça fazla olan akademisyenlere ek yükler getirebileceği
için yapılacaklar çok net ve mümkün olduğu kadar basit
olmalı; aşırı bürokrasinin akademisyenlerin mevcut faaliyetlerini
olumsuz etkileme riski bulunduğu unutulmamalıdır
(Özer, 2012).
f) Açılan programların belirlenecek bir süre (5-6 yıl) içinde
dış değerlendirmeye tabi olması istenmelidir. Program
akreditasyonunun pahalı bir uygulama olduğu ve kurumlara ekstra bir maliyeti olduğu unutulmamalıdır. Burada
Avusturya modeline benzer bir model uygulanabilir (Özer,
Gür, & Kücükcan, 2010). Buna göre devlet üniversitelerinin
programları için YÖK tarafından belirlenecek dış kalite
prosedürüne göre ve geliştirilecek kalite göstergelerine
göre YÖK bünyesindeki kalite birimi tarafından dış değerlendirme
yapılabilir; vakıf veya özel üniversiteler için YÖK
tarafından kalite güvence kuruluşu olarak akredite edilmiş
ulusal veya uluslararası kalite kuruluşları tarafından akreditasyon
istenebilir.
g) YÖK bünyesinde kurulacak olan kalite birimi hem dış kalite
güvencesi ile ilgili eşgüdüm ve koordinasyonu sağlamalı
hem de YÖK tarafından kalite kuruluşları olarak akredite
edilen derneklerin dış denetiminin belirli aralıklarla gerçekleştirilmesini
organize etmelidir.
h) 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu çerçevesinde
üniversiteler, geleceğe ilişkin misyon ve vizyonlarını
oluşturmak, stratejik amaçlar ve ölçülebilir hedefler saptamak,
performanslarını önceden belirlenmiş olan göstergeler
doğrultusunda ölçmek ve bu sürecin izleme ve değerlendirmesini
yapmak amacıyla katılımcı yöntemlerle stratejik
planlar hazırlamakla; ve kaynak tahsislerini, stratejik planlarına,
yıllık amaç ve hedefleri ile performans göstergelerine
dayandırmakla yükümlü tutulmuştur (5018 sayılı Kamu Mali
Yönetimi ve Kontrol Kanunu, madde 9). Kamu idarelerinde
stratejik planlamaya ilişkin usul ve esaslar hakkındaki yönetmelikle
de üniversiteler için stratejik planın kapsayacağı beş
yıllık dönemler belirlenmiştir. Dolayısıyla, yükseköğretim
kurumlarının stratejik planlama yapma zorunlulukları
bulunmakta olup bu planlama, kaliteyi sürekli iyileştirmek
için kurumsal stratejileri kapsamaktadır. Yükseköğretim
kurumlarının beş yıllık stratejik planlama yapma yasal
zorunlulukları olması bu süreçte avantaja dönüştürülmeli,
tüm paydaşların katılımıyla hazırlanması ve kaliteyi sürekli
iyileştirmek için kurumsal stratejileri içermesi teşvik ve
kontrol edilmeli, ve hem üniversite yönetimleri tarafından
kontrol edilmesi hem de YÖK tarafından dış kontrole tabi
tutulması sağlanmalıdır. Ayrıca yükseköğretim kurumları
tarafından her yıl hazırlanan faaliyet raporlarının mutlaka
stratejik planla ilişkilendirilerek hazırlanması sağlanmalıdır.