Üniversiteler, geçmişten bugüne bilim ve bilgi üreten,
üretilen bilgileri topluma, kamuoyuna ve Dünya'ya yayan,
bilim ve toplumun yararına bir misyon yüklenmiş olan,
Ortaçağ'dan bu yana süreklilik sağlayan en köklü kurumlardan
birini oluşturmaktadır. Bu bağlamda, üstlendiği misyon ve
sorumluluk, onu toplum ve devlet ile belirli eksenler üzerinden
ilişkisel kılmakta ve bu ilişki üniversitenin hangi eksenlerde
topluma karşı sorumlu olduğu ve toplum ya da devletten özerk olduğu sorunsalına dair tartışmaları güncel kılmaktadır.
Bir başka deyişle, üniversitelerin akademik özgürlük ve
özerklik mefhumu üzerinden tartışılması, geçmişin olduğu gibi
bugünün de problemi olmaya devam etmektedir. Nitekim,
özerklik ve akademik özgürlük sorunsalına dair sosyal bilimler
literatüründe bir hayli çalışma bulunmakta, bu konu akademik
camiada gittikçe artan bir ilgiyle karşılanmaktadır. Söz konusu
ilginin sebebinin, sıklıkla gündeme taşınmasına rağmen
özerkliğin uygulanmasında eksiklikler ve yetersizlikler olduğu söylenebilir. Öte yandan, kavrama veya sorunsala dair bir söz
birliğine de varılamamış, yapılan çalışmalar genellikle öznel,
ideolojik, politik duruşlar ve hayat görüşlerinden yansıyarak
tek boyutlu olarak açığa çıkmıştır. Sonuç itibariyle de, akademik
özgürlüğün en önemli sacayağını oluşturduğu iddia edilen
üniversite özerkliğinin geçmişte ve bugünde olduğu gibi
gelecekte de üniversitenin değişen anlam ve işlevlerine paralel
olarak tartışılmaya devam edeceği söylenebilir.
Bu çalışmanın temel iddiası, bugünkü tabloda, yönetsel ve
akademik bakımdan Yükseköğretim Kurulu'na (YÖK) bağımlı
olan üniversitelerin, mali özerkliklerini sağlama gerekçesiyle
piyasa ile kurdukları bağ sonucunda, özerklik idealinden
gittikçe uzaklaştıkları, dahası böylesi bir ilişkide özerkliğin
mümkün olamayacağıdır. Bu bağlamda, çalışmanın ana kavramı
“üniversite özerkliği” kavramıdır. Özerklik sorunsalı üzerinde
yapılan çalışmalar ve tarihsel süreçte üniversite-devlet ilişkisine
bakıldığında, gerek çeşitli gerekçelerle reform adı verilerek
üniversitelere yapılan müdahaleler gerekse de YÖK'ün bütün
eleştirilere rağmen varlığını ısrarla sürdürmesi, üniversitelerin
bugüne değin “özerk” olamadığının göstergesi olarak
okunabilir. Öte yandan, 1980 sonrası neoliberal ekonomik
dönüşümün etkisiyle kapitalizmin küreselleşmesinden nasibini
alan üniversiteler, piyasa ve sermaye dünyasına eklemlenmeye
sıcak bakmış, dahası “girişimci” ve sanayi ile işbirliği içinde
olmaya teşvik edilmiştir. Bir başka deyişle, üniversitelerin bir
yandan idari ve bilimsel özerklik bağlamında YÖK tarafından
kısıtlandığı; öte yandan mali özerkliklerinin de sermaye
tarafından denetim altına alındığı söylenebilir. Sonuç olarak,
üniversitelerin özerkleşme ümidi geleceğe ertelenen uzak bir
düş olarak giderek imkânsızlaşmakta, üniversiteler devlete
karşı sorumluluk yükünden sermayeye karşı sorumlu olmaya
itilmekte, dahası söz konusu iki makro kuvvet olan devlet ve
sermaye arasında bir cendereye sıkıştırılmaktadır. Kısacası,
bugüne değin üniversite-devlet ilişkisi olarak formüle edilen
müdahaleler tarihi, yerini üniversite-sermaye ilişkisine bırakan
bir başka türlü dayatma, kontrol ve denetim mekanizmasına
dönüşme yolunda ilerlemektedir.
Bu ön kabuller ve genel saptamalar ışığında bu çalışmanın
konusu, üniversite özerkliği mefhumunun devlet, toplum
ve sermaye ile ilişkisine odaklanmak, nihayetinde piyasa ile
kurduğu bağ sonucunda vardığı son noktayı tartışmaya açmaktır.
Bu bağlamda, Weber'in terminolojisiyle, üniversite özerkliğinin
bir ideal tip bağlamında nasıl tanımlandığı, bileşenlerinin neler
olduğu ve bugün vardığı noktanın nereye tekabül ettiğine dair
bir yorumlamaya gidilmektedir. Çalışmanın amacı, akademik
özgürlüğün olmazsa olmazı sayılan üniversite özerkliğinin
devlet, toplum ve sermeye/piyasa ilişkileri ekseninde mümkün
olup olmadığı üzerinde bir tartışmaya gitmektir. Bunu mümkün
kılabilmek amacıyla öncelikle kavramsal tartışmalara dair bir
literatür taramasına gidildikten sonra, üniversitelerin bilgi
ekonomisi ve bilgi toplumu içinde değişen içeriklerine binaen
piyasa/sermaye ile kurduğu diyalog üzerinde durulmakta, son
olarak da ‘girişimci üniversite' kavramı tartışılmaktadır.
Üniversite, Akademik Özgürlük ve Üniversite Özerkliği
Çağımızın en çok tartışılagelen, farklı birçok bakış açısı, hayat görüşü, ideolojik ve politik duruşa göre tanımlanan ve tam
da bu yüzden ne olduğu veya ne olmadığı üzerinde halen bir
konsensüse varılamayan bir kavram olarak ‘üniversite'nin
tarihsel serüveninin Ortaçağ Avrupası'na dayandığı, oradan
da bugünkü haliyle bütün Dünya'ya yayıldığı, bütün bu kavram
karışıklığı içinde üniversiteye dair en temel ve genel geçer
yargılardan birini oluşturmaktadır. Üniversitenin Ortaçağ
Avrupası'nda eğitimin manastır eliyle yürütülen elitist yapısına
bir tepki olarak kentlerde açığa çıktığını ve aslında ‘lonca' olarak
bilinen ‘meslek okulları' benzeri örgütlerde sonradan bilgi,
üretim, uygulama bileşenlerinin biraraya gelmesiyle oluştuğu
bilinmektedir. Nitekim kökenbilimsel açıdan yaklaşıldığında,
“universus” kavramı, Ortaçağ Batı Dünyası'nda topluluk,
cemaat, bütünlük, beraberlik gibi anlamlara işaret etmektedir
(Bolay, 2011: 105).
Bu tanımlamalardan hareketle, üniversitenin çağdaş toplumlardaki
en temel işlevlerinin inceleme, araştırma ve bilim
adamı yetiştirme ve üretilen bilgileri yayma ve yaygınlaştırma
olduğu söylenebilir (San, 1992: 149). Bu anlamda, üniversitenin
yaşadığı toplumdan başlayarak evrensel hakikate varana
kadar bilimsel bilgi üretimini sürdürmesi, bundan daha da
önemlisi insana, topluma, kültüre ve bilime dair ürettiklerini
kamuoyuyla paylaşması gerekmektedir. Üniversitenin bu
sorumluluğu, üniversiteleri eskiden olduğu gibi günlük yaşam
ve toplumsal gerçeklerden soyutlanmış fildişi kuleler olmaktan
uzaklaştırmış, toplumsal sorunlara duyarlı ve çözüm odaklı yeni
bir formasyona bürünmesine zemin hazırlamıştır (Gedikoğlu,
2013: 180). Başka bir deyişle, çağımızın üniversiteleri artık birer
“sırça köşk” olma lüksüne sahip değildir. Nitekim üniversitenin
bilimsel bilgi üretme ve yaymaya dayalı entelektüel işlevi ve
toplumsal gelişme ve değişmeye zemin oluşturmaya dayalı
sosyal işlevi olmak üzere iki temel görevi mevcuttur. Ancak üniversitelerin
içinde bulunduğu toplum ile kararsız ve değişken
ilişkiler içinde olduğu, toplumu hem kapsayıcı hem dışlayıcı,
toplumu hem eleştiren hem de ona hizmet eden, topluma hem
ihtiyaç duyan hem de toplum tarafından ihtiyaç duyulan çelişkili
bir niteliğe sahip olduğu belirtilmelidir (Berdahl, 1990'dan
akt., Bingöl, 2012: 40). İşte tam da bu noktada, ‘üniversitetoplum
ve üniversite-devlet ve son olarak da üniversite-sanayi/
piyasa' ilişkilerinin ‘sınırlarını' tartışmak, bizleri geçmişten bu
yana tartışılmakta olan ve güncelliğini ve önemini hâlâ koruyan
‘akademik özgürlük ve üniversite özerkliği' kavramlarına götürecektir.
Bu çalışmayı gerçekleştirmek üzere yapılan literatür taramasında,
akademik özgürlük ve üniversite özerkliği tartışmalarını
içeren oldukça geniş bir literatürün olduğu görülmüştür. Bu
konunun geçmişten bugüne bu denli yoğun tartışılıyor olması,
akademik özgürlük ve özerkliğin uygulan(a)mıyor oluşu ya da
kısmen uygulanıyor oluşu, öte yandan uygulanırken de birçok
sorunu içeriyor oluşunun göstergeleri olarak okunabilir. Nitekim,
akademik özgürlük veya üniversite özerkliğini konu edinmiş
birçok çalışmanın vardığı en temel ortaklıklardan biri de bu
kavramlar üzerinde söz birliğine varılmadığı, çünkü kavramların
tanımlanmasında sosyo-politik ve sosyo-ekonomik duruşların
belirleyici olduğudur. Nitekim Althusser (2010: 169)'in devletin
ideolojik aygıtları arasında konumlandırdığı eğitim kurumu, akademileri de içine alarak üretim ilişkilerinden azade olmayıp
tam tersine tarafsız bir alan olmaktan çok hâkim iktidar
biçimlerini yansıtan bir alanı temsil etmektedir (Uğurlu, 2014).
Öte yandan, bu kavramı konu edinen çalışmaların bir başka
handikabı da ‘akademik özgürlük, üniversite özerkliği, akademik
özerklik, bilimsel özerklik, bilim özgürlüğü' gibi birbirini
çağrıştıran birçok kavramı birbirinin yerine kullanmasıdır. Bu
çelişki ve kavram kargaşasına dikkat çeken bir çalışmada, söz
konusu kargaşanın sebebinin akademik özgürlüğün yeterince
anlaşılamaması, kapsamı ve sınırlarının bilinememesi ve kavramsallaştırılamaması
olarak görüldüğüne, sözü edilen bütün
kavramlar için kullanılması gereken kapsayıcı-şemsiye terimin
“akademik özgürlük” olması gerektiğine vurgu yapılmıştır
(Seggie & Gökbel, 2014: 10). Bu fikre göre, ‘üniversite özerkliği'
kavramı akademik özgürlük yerine kullanılamazken, akademik
özgürlüğü sağlayan koşullardan yalnızca bir tanesini temsil
etmektedir. En temel anlamıyla, ‘akademik özgürlük', akademik
topluluğun oluşturduğu bilim insanları, öğretim elemanları ve
öğrencilerin, özgürce ve hiçbir baskı görmeden akademik ve
bilimsel çalışmalarını seçme, uygulama ve duyurma özgürlüğü
şeklinde tanımlanmaktadır (UNESCO-IAU, 1998'den akt., Seggie
& Gökbel, 2014: 11).
Üniversite özerkliği ise, üniversitelerin bir kamu kurumu
olduğu ülkelerde, siyasi otoritenin ya da merkezi yönetimin;
üniversitelerin özel bir kurum olduğu ülkelerde ise, sermayenin
karşısında özerk olması, kanunların belirlediği sınırlar içinde
kendi kurallarını kendisinin koyması, kendi kaynakları üzerinde
tasarruf hakkının olması, akademik olan ve olmayan işlerini
kendi organları aracılığıyla yürütmesi olarak tanımlanmıştır
(Karayalçın, 1964'ten akt., Öztürk, 2006). Özerklik olgusunun,
akademik özgürlüğü sağlamakta bir alt bileşen olarak tıpkı
akademik özgürlük kavramı gibi sosyal bilimlerde hararetle
tartışılan ve güncelliğini sürdüren popüler bir tartışma alanı
olduğunu, öte yandan kavrama dair ideolojik ve politik
duruşların belirlediği zengin bir bilgi dağarcığının oluştuğunu
belirtmek gerekmektedir. Özerklik ve akademik özgürlük
tartışmalarının, Türkiye'nin olduğu kadar bütün Dünya'nın
güncel sorunlarından birini teşkil ettiği bir gerçektir. 19.
Yüzyıl'da Almanya'da Berlin Üniversitesi'nde temelleri atılan
özgürlük-özerklik tartışmalarının, Amerika'da akademik
literatüre ‘1940 Beyannamesi' olarak geçen manifesto ile
devam etmesi; ardından Birleşmiş Milletler, Avrupa Konseyi
ve UNESCO gibi uluslararası düzlemde sözü geçen kuruluşların
ilgisine mazhar olması hiç kuşkusuz akademik özgürlük ve
üniversite özerkliğini sağlamanın elzemliğine işaret etmektedir.
Bu kapsamda, literatüre ‘Lima Bildirgesi' olarak kaydedilen
‘Akademik Özgürlük ve Yükseköğretim Kurumlarının Özerkliği'
başlığıyla hazırlanan raporda akademik çevrenin her üyesinin
düşünce, vicdan, din, ifade, toplanma ve örgütlenme hakkına
vurgu yapılmış; üniversite özerkliği ise yükseköğretim
kurumlarının iç işleyişlerine, mali işlerine ve yönetimlerine
ilişkin kararlar almada ve eğitim, araştırma, dışa yönelik
çalışmalar ve diğer ilgili faaliyetlerde kendi politikalarını
oluşturmada devlet ve toplumun tüm diğer güçleri karşısındaki
özerklikleri olarak tanımlanmıştır (Dünya Üniversiteler Servisi,
2003). UNESCO'nun 1997 tarihli ‘Akademik Personelin Statüsü
Hakkında Tavsiyeler' başlıklı raporunda da özerklik ve akademik özgürlük kavramlarına dikkat çekilmiştir. Bütün bu tartışmalar
geçmişte ve günümüzde söz konusu kavramların küresel
mahiyette ilgi gördüğünün göstergesi olmuştur.
Akademik özgürlüğün en önemli boyutunu oluşturan üniversite
özerkliğinin Türkiye'deki sosyal bilimler literatüründe sıkça
tartışıldığı ve dolayısıyla tam bir uzlaşmaya varılamamış olunsa
da ‘genellenebilir' birtakım özelliklere sahip olduğu söylenebilir.
Bu bağlamda, üniversite özerkliğini mümkün kılan boyutları
ve bileşenleri irdelemek, bu çalışmayı anlaşılır kılmakta önem
taşımaktadır.
Üniversite Özerkliğinin Bileşenleri
Üniversite özerkliği, akademik (bilimsel), idari (yönetsel) ve
mali boyutları içermek üzere üç ana başlık altında incelenmektedir
(Bingöl, 2012; Erdem, 2013; Korkut, 1993; Öztürk, 2006;
San, 1993). Yapılan çalışmalarda, genellikle, sözü edilen üç
bileşenden birinin öne çıktığı, bu durumun ise metodolojik ve
ideolojik kaygılardan kaynaklandığı söylenebilir.
Yönetsel/idari özerklikten anlaşılan, yükseköğretim kurumlarının
kendi üyelerini demokratik usullerle oluşturdukları organlar
eliyle yönetilmesi ve denetlenmesi, üniversitelerin merkezi
yönetimin müdahalesinin dışında yer almalarıdır (Erdem,
2013: 104). Bu aşamada, üniversitenin “devlet” ile olan ilişkisinin
boyutları ve sınırları önem arz etmektedir. Nitekim bir
üniversitenin yönetim ve idare şekli, o üniversitenin ne derece
özerk olduğunun en önemli göstergelerindendir. Yönetim/idare
konusunda, biri adem-i merkeziyetçi olan Anglo-Sakson model,
diğeri ise katı merkeziyetçi olan Kıta Avrupası modeli olmak
üzere iki ana yönetim anlayışı mevcuttur (Erdem, 2013; Öztürk,
2006).
Akademik/bilimsel özerklik ise, akademik unvanların kazanılması,
eğitim-öğretim programlarının düzenlenmesi, bilimsel
araştırmaların yürütülmesi ve yaygınlaştırılması konusunda
serbestlik olarak tanımlanmaktadır (Öztürk, 2006: 117). Üniversite
özerkliğinin ve akademik özgürlüğün olmazsa olmazı
olarak nitelendirilen bu özelliği, Türkiye'de yine YÖK aracılığıyla
ihlal edilmektedir. Nitekim 1982 Anayasası'na göre, devletin
varlığı ve bağımsızlığı, milletin ve ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği
aleyhinde faaliyette bulunmadıkça, üniversiteler ve
öğretim üyeleri ve yardımcıları ‘serbestçe' her türlü bilimsel
araştırma ve yayın hakkına sahiptirler (TBMM, 1982, md. 130).
Bu durumda, anayasaya göre akademik özerkliğin sınırı, ulusal
savunma, kamu düzeni ve güvenliktir (Erdem, 2013: 103). Öte
yandan, başka bir çalışmada da vurgulandığı üzere, “Türkiye
gibi öğretim üyelerinin aynı zamanda memur sayıldığı ülkelerde
devlet memurluğunun gerektirdiği sadakat ve bağlılık ile bilim
insanı olmanın gerektirdiği akademik özgürlük arasındaki ilişki
ve sınır; (…), bir devlet memuru olarak akademisyenin devletin
resmi ideolojisiyle bağlı olup olmadığı, (…), akademisyenlerin
yaptıkları çalışmalarda ya da verdikleri derslerde yaşadıkları
toplumun ahlaki değerlerini dikkate alıp almaması, toplumun
genel ahlakına aykırı olacak şekilde tez, ders ya da konferans
konusu seçip seçemeyeceği yahut seçse dahi bunun sınırlarının
ne olduğu tartışmaları (Seggie & Gökbel, 2014: 12)” akademik
özgürlük ve bilimsel özerkliğin ‘imkânsızlığına' vurgu yapmakta,
üniversiteleri çoğu zaman iktidarın hedef tahtasına oturtmaktadır.
Son olarak, özerkliğin en tartışmalı boyutunu oluşturan mali
özerklik, üniversitenin mali kaynaklarını arttırma, geliştirme ve
harcama konusundaki serbestisini ifade etmektedir (Erdem,
2013: 100). Üniversitenin mali özerkliği tartışıldığında, üniversite-
devlet ve üniversite-sermaye/piyasa ilişkisini irdelemek
gerekmektedir. Nitekim, üniversitenin mali özerkliği, devletle
arasına koyduğu mesafe ve piyasa ile kurduğu köprüler bağlamında
biçim ve içerik kazanmaktadır. Bu bağlamda mali özerklik,
üniversite özerkliğinin yalnızca ‘siyasal iktidar'dan değil aynı
zamanda ‘sermaye grupları'ndan bağımsız olması gerekliliği
olarak da anlamlandırılabilir (Öztürk, 2006: 134).
Erdem'in (2013: 100) de çalışmasında dile getirdiği üzere mali
özerklik, kendi bütçesini hazırlama, kendi mali kaynaklarını
oluşturma ve kendi mali kaynaklarını kullanmaya dayalı üç
boyutun hayata geçirilmesiyle mümkün olmaktadır. Üniversite
özerkliğinin büyük ölçüde mali özerklikle ilişkilendirilmesi,
Dünya'da ve Türkiye'de yükseköğretime olan talebin hızla
artması, Türkiye'de halihazırda 193'ü bulan üniversite sayısı
(YÖK, 2015) ve örgün, uzaktan ve açık öğretimde öğrenci
patlamasının yaşanması, dolayısıyla da devletin üniversitelere
bütçe ve kaynak aktarımında yetersiz kalması, nihayetinde
tıkanan yolların piyasaya eklemlenmesiyle açılmasına
zorlamaktadır. Bu anlamda, üniversitelerin neoliberal
söylemlerin etkisinde kalarak, üniversite özerkliğini sağlamanın
yolunun kendi kaynaklarını üretmeye dayanan mali özerklikle
bağdaştırdığı, böylece de piyasaya uyma, piyasayla rekabet
etme, teknoparklar kurma, üniversite-sanayi işbirliğini
geliştirme, döner sermayeli kuruluşları ön plana çıkarma, bu
kuruluşlar üzerinden kar sağlama, ticarileşme ve ürün üretip
satma gibi birçok yolla kaynak yaratma çabasına girdiğine dikkat
çekilmektedir. Öztürk (2006: 139)'ün çalışmasında, akademik
kamuoyunun bir kısmında üniversite-piyasa eklemlenmesine
kuşkuyla yaklaşıldığı, bu entegrasyonun piyasaya dönük
bilimsel bilgi üretimine dönüşeceği ve dolayısıyla kamu
yararına ve toplum hizmetinde kullanılmak üzere bilgi
üretiminin ve bilimsel ve akademik özerkliğin zedeleneceği,
finansör şirketlerin üniversiteleri özel şirket mantığıyla çalıştırıp
denetim yapabileceğine dair kötümser değerlendirmelerin
mevcudiyetine vurgu yapılmaktadır. Böylesi karamsar bir
tabloda mali özerklikten anlaşılanın, üniversiteyi devletten
koparmasına paralel olarak piyasanın/sermayenin hizmetine
sunmak olduğu söylenebilir. Bu çalışmanın, piyasa odaklı bilgi
üretimi ve değişen özerklik anlayışına yönelik daha ayrıntılı bir
tartışması başka bir başlık altında verilecektir.
Sonuç olarak, özerklik tartışmalarının genellikle idari, akademik
ve mali boyutları içerdiği, ancak yapılan çalışmaların genellikle
bu boyutlardan birine odaklanarak tek yönlü kaldığı dolayısıyla
kapsayıcı olmadığı, ancak, üniversite özerkliğinin üniversiteyi
özüne uygun kılan yaşamsal bir ‘hak' olduğu üzerinde genel
bir söz birliği mevcuttur. Bu tartışmalardan sonra, üniversite
özerkliğini olumlu ya da olumsuz etkileyen müdahaleleri içeren
üniversite reformlarına değinilmesi, özerkliğin Türkiye'deki
tarihsel serüvenini anlamak açısından faydalı olacaktır.
Türkiye'de Özerkliğe Yapılan Müdahaleler:
Üniversite Reformları ve YÖK
Türkiye'de yükseköğretim sistemi ile devlet (iktidar, hükümet) arasındaki ilişkinin geçmişten bugüne gerilimli olduğu, yükseköğretime
yapılan müdahalelerin sıklığından anlaşılmaktadır.
Yükseköğretimde Cumhuriyet sonrası kurulan modern
üniversitelerle başlayan yeni süreçte, devlet, üniversiteler ile
olan bağını bazen gevşetmeye, ama daha çok da sıkı tutmaya
yönelik stratejilere başvurmaktadır. Devlet, bugün her ne kadar
üniversitelerin neoliberal piyasa ile eklemlenmesine, sorumluluğunda
olan mali kaynak aktarımının azalacağı umuduyla
yeşil ışık yaksa da, aslında sadece mali özerkliğin denetiminden
çıkmasına onay vermekte, öte yandan da akademik ve yönetsel
özerkliğe olan tahammülsüzlüğünü YÖK'ün tahtını sağlamlaştırmakla
açığa vurmaktadır. Devletin üniversitelere müdahale
etme ‘hakkı'na gerekçe olarak, yükseköğretim sisteminin de,
tıpkı diğer kurum ve sistemler gibi içinde bulunduğu toplumun
sosyo-ekonomik yapısı ve siyasal-kültürel değerlerinin ürünü
olduğunu, dolayısıyla da bir üst kategori olarak toplumsalsiyasal
sistemin bir bileşeni olduğuna dikkat çekilmektedir
(Erdem, 2004: 181-182). Türkiye'de akademik özgürlük sorunsalının
genellikle üniversite özerkliği bağlamında tartışıldığı,
üniversite özerkliğinin akademik özgürlüğü sağlamakla eşdeğer
düşünüldüğü, dahası, ‘üniversite özerkliği' sorununun daha
kapsayıcı bir kavram olarak ‘akademik özgürlük' sorununu
gölgede bıraktığı söylenebilir. Bu algının temel sebebinin, fiziksel
bir ‘mekân' olarak üniversitenin geçmişten bugüne siyasi
çekişmelerin bir arenası olarak kullanıldığı (Seggie & Gökbel,
2014: 17), dolayısıyla da politik-ideolojik kutuplaşmaların
kozlarını paylaştığı platformlar olarak anlamlandırıldığı söylenebilir.
Başlangıçtan bu yana, devletin hakim ideolojisi ve
temel değerlerini yeniden üretmekle sorumlu tutulan Türkiye
üniversiteleri, bu keskin paradigmanın dışına çıkılan ilk anda
‘reformlar' aracılığıyla müdahale edilmekten kurtulamamıştır.
Özerklik ve yükseköğretimin tarihi üzerine yapılan çalışmaların
büyük çoğunluğunda ‘reform' adı verilen müdahalelerin genellikle
‘olağanüstü' dönemlere denk geldiğine dair bir fikir birliği
göze çarpmaktadır (Baltacı & Akın, 2007; Bingöl, 2014; Erdem,
2004; Öztürk, 2006; Seggie & Gökbel, 2014; Söğütlü, 2004).
Olağanüstü dönemlerden kasıt, örneğin, 1933 Reformu'nun
tek parti dönemine, 1946 Reformu'nun çok partili hayata geçiş
dönemine, 1960, 1973 ve 1981 Reformları'nın ise askeri darbe
dönemlerine denk gelmesiyle açıklanabilir.
Modern Cumhuriyet'in ilk üniversite reformu olma özelliği taşıyan
1933 Reformu'nun temel gerekçeleri, Osmanlıdan kalan
son miras örneklerinden olan Darülfünun'un, Cumhuriyet'le
gelen toplumsal ve zihinsel gelişime ayak uyduramadığı,
değişen toplumun ihtiyaçlarına cevap veremediği ve dönemin
etkin siyasal-askeri elitleriyle fikir ayrılığına düştüğüdür
(Erdem, 2004: 200; Söğütlü, 2004: 123; Namal & Karakök,
2011). Reform sonrası, tarihi Darülfünun, İstanbul Üniversitesi
adını almış, özerkliğine son verilerek Milli Eğitim Bakanlığı'na
bağlanmış (Küçükcan & Gür, 2009: 151), Darülfünun'a mensup
151 öğretim üyesinden yalnızca 59'u yeni Üniversiteye alınmaya
layık görülmüş, diğerleri yeni sisteme adapte olamadıkları
gerekçesiyle uzaklaştırılmıştır (Seggie & Gökbel, 2014: 18.
Sonuç olarak, 1933 Reformu'nun özerklik tartışmaları tarihinde,
devletin üniversitelerle olan gerilimli ilişkilerinin prototipi
olarak kaydedildiği söylenebilir.
Çok partili hayata geçiş dalgasının somut bir yansıması olarak
okunabilecek 1946 Reformu'nun, Üniversiteler Kanunu
adıyla, üniversiteler hakkındaki ilk kanun düzenlenmesi
olması sebebiyle ayrı bir öneme sahip olduğu (Küçükcan &
Gür; 2009: 151), Üniversitelerarası Kurul ile de üniversitelere
1933 Reformu ile kaybettikleri özerkliği geri verdiğine dikkat
çekilmektedir (Baltacı & Akın, 2007: 84). Kanunla sağlanan
özerkliğin, uygulamaya geçtiğinde dönemin iktidarı Demokrat
Parti tarafından anti-komünist söylemlere maruz kalarak
karalandığı, bu bağlamda Ankara Üniversitesi Dil Tarih ve
Coğrafya Fakültesi öğretim üyeleri olarak tanınan Pertev
Naili Boratav, Behice Boran, Niyazi Berkes gibi hocaların
devletin sürekliliğine zarar verdiği gerekçesiyle üniversiteden
uzaklaştırıldıkları bilinmektedir (Baltacı & Akın, 2007; Erdem,
2004).
1960 yılında ise, Cumhuriyet tarihinin ilk askeri darbesinin
gölgesinde bir üniversite müdahalesi gerçekleşmiş, 1961
Anayasası ile üniversiteler ilk defa anayasal düzlemde
tanımlanmıştır. Bu yasada, 1946 Reformu'nun üniversitelere
sağladığı yönetsel/idari özerklik, “üniversiteler kendi seçtikleri
organlar tarafından yönetilir” ve “üniversiteler bilimsel ve
idari özerkliğe sahip kamu tüzel kişileridir” (TBMM, 1961, md.
120) ifadeleriyle anayasal güvence altına alınmıştır. Sonuç
olarak, 1961 Anayasası'nın, tarihe 147'likler olayı olarak
geçen üniversite hocaları kovuşturması dışında (Weiker, 1962)
üniversite özerkliği ve akademik özgürlükleri yerinde kararlarla
tahsis ettiğine yönelik genel bir fikir birliği mevcuttur.
1973 tarihli üniversite reformu, 12 Mart 1971 Muhtırası
ile 1961 Anayasası'nda tanınan özerkliğin geri alınmasıyla
sonuçlanmıştır. Nitekim askeri müdahaleye gerekçe oluşturan
şiddet eylemleri ve öğrenci hareketleri akademik özgürlük
ve üniversite özerkliğiyle bağdaştırılmış, bu yargı da bilimsel
ve idari özerkliğin yerini devletin gözetimi ve denetimine
bırakmasına yol açmış (Erdem, 2004: 206); bu reformla birlikte
üniversiteler bilim yuvası olmaktan öte milli kültürün yaşatıcısı
ve aktarıcısı olmakla görevlendirilmiştir (Küçükcan & Gür, 2009:
154).
1980 yılına gelindiğinde ise, tıpkı 27 Mayıs 1960 darbesi ve 12
Mart 1971 muhtırası yönetimi gibi 12 Eylül 1980 darbesinin
rejimi de, üniversiteleri şiddet ve terör yuvaları olarak damgalamış,
bozulan toplumsal düzen ve anomi ve kaos ortamının
müsebbibi görerek günah keçisi ilan etmiş, yönetime el koyan
Milli Güvenlik Komitesi, üniversitelerin kendilerine yüklenen
ideolojik misyonu gereği gibi yapmadıklarını ileri sürerek, katı
bir müdahaleyi hak ettiğine gerekçe oluşturmuş, bu anlamda
üniversiteleri hocaları ve öğrencileriyle ıslah etmeyi amaçlamıştır
(Erdem, 2004: 207). Söz konusu amaçtan ötürü, 1981 yılında
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu çıkarılarak Yükseköğretim
Kurulu (YÖK) kurulmuştur. Bu kanunla YÖK'e biçilen misyon,
üniversiteleri merkezi otoritenin siyasi denetimine sokacak
kurumsal bir yapı oluşturmaktır (Şenatalar, 1993'den aktaran,
Balyer & Gündüz, 2011: 73). Nitekim, başlangıçta sadece bir
plan ve koordinasyon organı olarak ilan edilen YÖK'ün aslında
üniversitelere dair idari, mali ve akademik tüm yetkileri elinde
bulunduran bir ‘Üniversiteler Bakanlığı' olarak işlev gördüğü
iddia edilmektedir (Erdem, 2004: 209). YÖK'ün üniversitelerüstü bir kuruluş olmak ve özerkliğe katkı sağlamaktan öte,
bütün yetkileri kendinde toplayarak asıl kendisini ‘dokunulmaz'
ve özerk kıldığı, dolayısıyla esas amacının uzağına düştüğünü
söylemek mümkündür (Öztürk, 2006: 122). Öte yandan, en
somut haliyle, rektörlük atamalarının icraatı bile, YÖK'ün özerkliği
tesis etmekteki ‘kandırmaca siyaseti'ni görünür kılmaktadır.
Rektörlerin, akademisyenlerin tercihi önemsenmeksizin nihayetinde
Cumhurbaşkanı'nın ‘takdiriyle' başa gelmesi, YÖK'ün
üniversitelerde demokrasi var'mış' gibi gösterdiğinin en sade
görümünü teşkil etmekte, seçim sonunda, öğretim üyelerinin
kararı ve iradesinin ‘seçim' kisvesi altında ‘atama'ya kurban
edildiğini açıkça ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda, YÖK ile birlikte
değişen yükseköğretim sisteminin ‘göstermelik demokrasi'
oyunlarıyla üniversiteleri yönetsel özerklikten uzaklaştırdığı
ve atama usulünün YÖK'ü merkeziyetçi ve hiyerarşik bir kalıba
soktuğu eleştirisinde bulunmak mümkündür. Öte yandan,
YÖK'ün devletin varlığı ve sürekliliğine hizmet eden statükocu
ve ideolojik bir kurum olduğu, Türkiye'deki akademik özgürlük
tartışmalarının en önemli odaklarından birini oluşturmaktadır.
12 Eylül'ün günah keçisi ilan edilen üniversitelerin hocalar ve
öğrencilerle ıslah edilmesi amacı, öğretim üyelerinin “devletin
varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bölünmezliği”ne
zeval getirme potansiyeli taşıyan konularla ilgilenmeleri halinde
bilimsel/akademik özgürlükten nasiplenemeyecekleri; öte
yandan ise “anarşist” eğilimli öğrencileri hizaya sokmak amacıyla
Atatürk İlke ve İnkılapları ve Türk Dili gibi derslerin zorunlu
kılınması gibi yaptırımlarla sonuçlanmıştır (Erdem, 2004: 210).
Nitekim, bu dönemde üniversiteler, evrensel bilgi üretimine
katkıda bulunmaktan ziyade belli bir değer yargısı, düşünce
yapısı ve ideolojiyi empoze eden kurumlar olarak tasavvur
edilmiştir.
Bu gibi tartışmalarla kurulduğu zamandan günümüze kadar
varlığını ve etkinliğini günden güne arttıran YÖK'ün, bir planlama
ve koordinasyon üst kurulu olarak tanımlanmasının
ötesinde, üniversiteler adına idari, akademik ve mali bütün
yetkileri elinde bulunduran totaliter bir kurum olduğu yönünde
eleştirilmesi, ilk kurulduğu günden bu yana gerek akademik
camiada gerekse de sosyal bilim literatürde hararetle ve sıklıkla
tartışılması artarak devam etmektedir. Üniversite özerkliğinin
son kertede uzak bir idealden ibaret görülüşünün temel gerekçesi,
YÖK'ün hali hazırdaki varlığı ve üniversiteler üstündeki
vesayetidir. Yakın dönemde gerek iktidardaki hükümet gerekse
de YÖK'ün kendisi tarafından reforme edilmesi gerektiğine
yapılan çağrılar, sözden ibaret kalmakta, en son Ocak 2013'te
üniversiteler, akademisyenler ve çeşitli sivil toplum kuruluşlarının
önerisiyle oluşturulan ortak uzlaşıya rağmen beklenen
YÖK Reformu gerçekleştirilmemektedir (Çelik & Gür, 2014).
Nitekim, özellikle 2000 sonrası iktidar ve muhalefet partilerinin
YÖK'ün artık işlevsiz bir 12 Eylül darbesi kalıntısı olduğuna
yönelik eleştirilerine rağmen, gerek hükümetin kurumu reform
veya tasfiye etme yönünde somut adımlardan uzak duruyor
oluşu, gerekse de muhalefet partilerinin iktidara geldiğinde
sözlerinin arkasında duracaklarına dair duyulan güvensizlik,
YÖK'ün daha uzun süreler üniversiteleri özellikle de yönetsel ve
akademik anlamda denetim ve gözetimini sağlamakta işlevsel
olarak kullanılabileceğinin göstergesi olarak okunabilir.
Üniversite-Sermaye/Piyasa İlişkileri ve Girişimci Üniversite
Bu bölümde, üniversitelerin özerklik tartışmalarında yoğun
olarak özerkliğe ket vurduğu savunulan ve özerkliğin önündeki
en somut engel olarak görülen YÖK'ün mali yükümlülüklerini
azaltmak umuduyla örtük olarak onayladığı üniversite-sanayi/
sermaye/piyasa işbirliğine götüren konjonktürel değişim ve
sonuçları üzerinde durulacaktır.
Piyasa Ekonomisine Geçiş ve Bilginin Mülkiyeti
Dünya ölçeğinde 1970'lere kadar götürülebilen, Türkiye'de ise
24 Ocak Kararları olarak bilinen ekonomi politikalarının benimsendiği
1980'li yıllarda tartışılan neoliberalizm, sosyolojik açıdan
devlet-toplum-piyasa ilişkilerine dair yeni perspektiflerin
gündeme gelmesine denk düşmektedir. Burada bir yandan devletin
ekonomi alanından çekilmesi ya da öncü konumunu terk
etmesi sıklıkla dillendirilirken, diğer yandan toplumsal hayatın
piyasa endeksli yeniden-üretimi bağlamında özelleştirmeler,
markalaşma eğilimleri ve tüketim mefhumları, neoliberal
politikalar olarak adlandırılan ve eleştirilen ekonomi politikalarını
özetlemektedir. Buna 1990'larda ulus-ötesi şirketlerin ve
markaların Dünya piyasasına egemen hale gelmesi ile kendini
gösteren küreselleşme dalgası da eklenince, neoliberalizmin
bir politik perspektif ya da bir küresel eğilim olarak okunmasına
ilişkin görünüm, netlikten uzak bir hal almıştır. Kimi yazarlar bu
süreci, küresel kapitalizmin en güncel versiyonu olarak yorumlarken
(Başkaya, 2001), kimi yazarlar da dünya düzenine ilişkin
bir zafer olarak yorumlamaktadır (Fukuyama, 2011).
Dünya çapında sosyal teoride yaşanan değişmeler, diğer tüm
alanlarda olduğu gibi eğitim ve bilim alanlarında da köklü
değişiklikler yaratmıştır. Bilgi toplumu olarak adlandırılan
yeni toplum teorisinde zenginliğin esas kaynağı olarak
‘bilgi' karşımıza çıkar. Kısaca ele almak gerekirse, toplumsal
üretimin büyük bir bölümü maddi malların üretimi şeklinde
gerçekleşmeye devam etse de, üretim tarzını belirleyen
faktör, emeğin biçimindeki değişimdir. Burada maddi malları
üretimi, yeni teknolojilerle çok daha az ‘emek-bağımlı' hale
gelirken, bilgiyi işleyen ve pazarlayan yeni bir emek gücü, emek
bileşiminde öne çıkmaktadır. Örneğin, Hardt ve Negri (2001:
303), bu emeği, salt maddi malları değil, bilgiyi ve dahası
toplumsal ilişkileri üretiyor olması bağlamında ‘maddi-olmayan
emek' olarak adlandırır. Bu değişme, literatürde Fordizm'den
Post-Fordizm'e geçiş olarak da ele alınan ve bir yandan bilgi
teknolojilerin öne çıktığı, diğer yandan da insan emeğinin
hizmet sektörüne doğru kaydığı süreçtir. Şaylan (2009: 186)'a
göre post-Fordizm'i ifade eden en önemli değişme, bilginin
meta olarak karşımıza çıkması ve bunu sağlayan teknolojik
gelişmenin dünyayı dijital hale getirmesidir ve bunlar ‘baş
döndürücü devrim'i yansıtmaktadır.
Piyasa ekonomisine geçişte bu çalışma bağlamında önem
taşıyan bir başka husus, emek biçiminin değişimine paralel
olarak ‘bilgi üzerinde yeni bir özel mülkiyet biçiminin' ortaya
çıkmasıdır. Bilimsel çalışmaların ürünü olan yeni teknolojiler
ve yeni yaklaşımlar, piyasada var olmanın başat koşulu olarak
sermayenin kullanımına sunulmaktadır. Postmodern Durum
kitabında Lyotard (1997: 19-20), “bilgi kullanıcıları ve arz
edicilerinin arz ettikleri ve kullandıkları bilgiyle olan ilişkilerinin, mal üretici ve tüketicilerinin, ürettikleri ve tükettikleri mallarla
olan ilişkisinin gerçekleştiği bir (ekonomik) değer formunda
gerçekleştiğini” söyleyerek yeni dönemde bilginin meta
düzlemindeki önemini ortaya koymaktadır.
Bilginin elde edilmesi ve yeni ürünler ortaya çıkarmak üzere
yaratıcı bir şekilde değerlendirilmesi sürecinde kendini gösteren
bilgi mülkiyeti, bilim alanında özellikle doğa bilimlerinin
işleyiş mantığıyla örtüşmektedir. Bir yandan yeni üretim
teknolojileriyle daha az riskli ve ekonomik hale gelen tarım ve
tıbbi malzeme üretimi, insanlığın geleceğe ilişkin umutlarını
arttırırken, diğer yandan tüm insanlığın ortak birikiminin ürünü
olan yeni bilimsel buluşların ve tekniklerin satılmak üzere
küresel piyasaya sunulması, bilginin mülkiyeti konusunda
ciddi kuşkular taşımaktadır. Hardt ve Negri (2004), bilginin
mülkiyetine oldukça esin verici bir örnek olarak tarımda bilimsel
yöntemlerin ‘patent' adı altında özel mülkiyet haline gelmesini
tartışır. Aynı şekilde silah sanayiinde de insansız teknolojilerle,
eskiye nazaran çok daha büyük kitleleri yok etmeye yönelik
bilimsel ilerlemeler, büyük silah üreticileri tarafında patentleri
alınarak neoliberal piyasaya sunulmaktadır. II. Dünya Savaşı'nda
nükleer teknolojisinin yarattığı vahim sonuçlar, nasıl ki insanlığın
pozitif bilimlere duyduğu inancı sekteye uğrattıysa, günümüzde
küresel piyasanın hizmetine sunulan bilimsel bilginin yeni tür
bir ‘kontrolü' de, bilimin geleceği kurma yönündeki iddiasını
yeniden düşünmeyi gerektirmektedir (Hardt & Negri, 2004:
126-127).
Üniversiteler Düzeyinde Piyasa Bütünleşmesinin
Gerçekleşmesi
1980'lere damgasını vuran neoliberalizm dalgası ve 1990'larda
zirve yaptığı söylenen küreselleşme dalgasının bilginin üretimi
ve aktarımına herhangi bir etkide bulunmadığını iddia etmek,
gerçek-dışı bir tasavvur gibi görünmektedir. Tüm dünyada
bilginin böylesi kıymetlenmesi, bilginin üretildiği en üst
kurumsal yapılanmalar olarak üniversitelerin durumunu da
paradoksal hale getirmektedir. Lyotard (1997)'ın bilginin insan
yetiştirme sürecine ilişkin modern yanılgının eskide kaldığını
söylemesi gibi, günümüzde üniversitelerin öğrenci ve eğitimli
birey yetiştirme yönündeki iddiası da neoliberal ve küresel dünya
sisteminde tartışmaya açık hale gelmiştir. Türkiye Üniversiteleri
bağlamında konuya yaklaşacak olursak, 1990'larda kurulan yeni
üniversiteler ve üniversite öğrencisi sayısındaki artışa bakılırsa,
öğrencilerin birer bilgi tüketicisi ya da daha dolaysız söyleyecek
olursak ‘müşteri' olarak değerlendirildiği görülür.
Üniversitelerin piyasa bütünleşmesine yönelik göze çarpan
diğer bir husus, esnek üretim paradigmasının üniversitelerin
akademik yayın üretimine sirayet etmiş olmasıdır. Türkiye
Üniversitelerinin akademik yükselme ve atama süreçlerinde
başvurduğu puanlama sistemi, esnek üretimde parça başı
ücret sistemine oldukça yakınlık göstermektedir. Daha
önceki bölümlerde tartışılan ve üniversite özerkliğinin temel
boyutlarından biri olan akademik özerklik, içeriğin niteliği
ve kalitesine bakılmaksızın yeterli sayıda yayın sahibi olmaya
doğru evirilmektedir. Bu tespitten akademik yayınların
kalitesiyle ilgili bir yargıya varıldığı düşünülmemelidir. Burada
kastedilen husus, akademi mensuplarının ve bilim insanlarının kendilerini, yıllık faaliyet raporlarında ibraz etmek üzere daha
fazla yayın yapmaya dayanan bir rekabet ortamının içinde
bulmalarıdır. Akademik kadroların yenilenme süreleri dikkate
alınarak akademisyenler, çalışmalarını ve yayınlarını faaliyet
raporlarında periyodik olarak belirtmek durumundadır (Esen &
Esen, 2015: 55-56).
Yükseköğretim Personel Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun (2014) ile gündeme gelen ‘akademik teşvik ödeneği'
uygulaması, akademi mensuplarının üretmiş oldukları bilimsel
yayınların puanlama sistemi üzerinden değerlendirilmesi ve
belirli bir puan barajını aşan akademisyenlere teşvik ödeneği
verilmesi şeklinde formüle edilmiştir. 2015 yılında uygulanmaya
başlayan ve 2016 yılında ödenmeye başlayacak olan teşvik
ödeneği, yukarıda ele alınan ‘parça başı ücret' sistemine dair
ipuçları vermektedir. Akademik literatürde büyük bir yayın enflasyonu
yaratacağı şüphe götürmeyen bu uygulama, yayınların
ve projelerin kalitesi ya da daha az dillendirilen bir husus olarak
üniversite eğitiminde kalite kriterleri üzerinde ciddi kaygıları
yaratacak potansiyele sahiptir. Diğer yandan, akademi mensuplarının
üniversiteye ve kendilerine sağlanacak ek kaynaklar
karşılığında nitel değil, nicel ölçütlerle yayın üretmesi, mali
özerklik ve bilimsel etik sorunlarına işaret eden bir bağlamda
okunabilir (Becker, 2013: 10-11). Bir yaklaşıma göre, daha
önceki bölümlerde ele alınan üniversite-devlet-sanayi ilişkileri
bağlamında sanayi ve devlet arasında gidip gelen üniversiteleri
“siyasal ya da ekonomik açıdan doğrudan ve somut bir getiri
peşinde olan güç odaklarının etkisine açmak, kontrolü altına
sokmak, bilimsel bilgi üretimi açısından adeta bir intihar ya da
cinayet olup; ister siyasal, ister ticari/iktisadi, isterse kültürel
olsun, herhangi bir etkililik veya sonuç alma kaygısının ağır
hale gelmesi ölçüsünde üniversitenin (…) en iyi ihtimalle bir
meslek yüksekokuluna, ancak genelde uzun süreli bir müstahdemlik
formasyon kursuna dönüşmesi kaçınılmazdır” (Cangızbay,
2003: 22-23'ten akt. Öztürk, 2006: 136). Ancak burada
uygulamanın ilerleyen dönemlerde neler getireceğinin henüz
belirsiz olduğunu ve dolayısıyla konuya peşin hükümle yaklaşmanın
yarar sağlamayacağını belirtmek gerekmektedir. Burada
probleme ilişkin somut bir analiz olarak Esen ve Esen (2015)'in
öğretim üyelerinin performans sistemine ilişkin tutumlarına
yönelik araştırmasında olumlu yönde sonuçlara ulaşıldığı
görülmektedir. Akademik yayın oranının azlığı ile dikkat çeken
Türkiye yükseköğretiminin daha fazla bilimsel üretime ihtiyaç
duyduğu, herkesçe kabul edilen bir gerçekliktir ve performans
sisteminin etkili bir işleyişi halinde akademi dünyası için daha
şeffaf ve denetlenebilir bir yayın düzeyine ulaşmak imkânsız
değildir.
Girişimci Olarak Üniversite
Çalışmanın bu bölümünde üniversite özerkliğinde devletin
kontrolünden piyasa entegrasyonuna geçiş üzerinde durulacaktır.
Üniversiteler düzeyinde piyasa egemenliğinin en önemli
göstergesi olarak ‘girişimci üniversite' kavramının ortaya çıkması,
burada üniversite özerkliğinin hâlihazırdaki görüntüsünü
sorgulamak bakımından konuya esas teşkil edecektir.
1980 sonrasındaki yeni dönemde üniversitelerin özerkliğine
ilişkin temel tartışma noktası, kuşkusuz özelleştirmeler ve girişimcilik üzerinde yoğunlaşmaktadır. Küresel Dünya
düzeninde her ne kadar ulus-devletlerin sözde gerileyişi ve
ulus-üstü şirketlerin artan hegemonyasından söz edilebilse de
Türkiye'de bu süreçler, özelleştirme ekseninde ilerlemektedir.
Bir ilke olarak kamusal yararın en üst düzeyde olduğu sağlık,
eğitim, ulaşım gibi ekonominin temel sektörleri üzerinde
devletin ön plana çıkması, neoliberal politikaların öncesinde
benimsenen yaygın bir görüştür. Ancak 1980 ve sonrasında
ortaya çıkan yeni durum, yukarıda bahsedilen temel sektörlerde
özelleştirmelerin önünü açmıştır.
Üniversitelerde özelleştirme eğilimlerinin tartışılabilmesi,
üniversitelerin birer işletme gibi yönetilmesi bağlamında
yeni dönemde ortaya çıkan birtakım gelişmeler ile ilintilidir.
Bu noktada Bingöl (2012: 60-61)'ün tartıştığı gibi akademik
Taylorizm ya da akademik kapitalizm kavramları, durumu
ifade etmeye en muktedir yaklaşımlar olarak karşımıza
çıkar. Üniversite mensuplarının ‘bilgi üreten işçiler' (Bingöl,
2014: 60) gibi değerlendirilmesi ve üniversite yönetimlerinin
üniversitede üretilen bilimsel bilgiyi sanayi ve piyasanın
hizmetine sunarak kaynaklarını arttırmaya çalışması, bu
çalışma bağlamında üniversite özerkliğine ilişkin tespitin esas
çerçevesini oluşturmaktadır.
Üniversitelerin işletmeler haline gelmesi, daha önce
tartışıldığı gibi, Dünya piyasasına egemen olan özelleştirmenin
yansımalarından biri olarak karşımıza çıkar. Devlette küçülme
söylemlerinin arttığı, kamusal kaynakların eğitim ve sağlık
gibi temel fayda alanlarından çekildiği rekabetçi piyasa
ekonomisinde, hükümetler üniversitelerin kaynak yaratma
bakımından sorumluluk üstlenmesini arzu etmektedir (Lee,
2002: 165). Üniversitelere aktarılan kaynaklar azaldığında,
kendi kaynaklarını yaratabilmek için üniversitelerin önündeki
tek seçenek, piyasa entegrasyonudur. Burada bir düşünme
pratiği olarak, üniversitelerin kendi kaynaklarını yaratmasının,
her ne kadar bu piyasa entegrasyonuyla da olsa, bir yandan
parasız eğitime imkân tanıyacağı, diğer yandan da maddi
olanakların ve fırsatların artması bağlamında bilimsel üretimin
ve eğitimin kalitesini arttıracağı iddiası ortaya atılabilir. Kaldı ki,
bir işletme için hayati bir nitelik olan verimli ve etkin kaynak
yönetimi, üniversiteler için de artık geçerli olduğuna göre,
planlı ve programlı olarak atılacak adımlar eğitimde fırsat
eşitliği yönünde ciddi bir gelişme sağlayabilir. Diğer yandan
üniversitelerin piyasaya entegrasyonu süreci, ‘ya hep ya hiç'
şeklinde gerçekleştiği, başka bir deyişle piyasanın taleplerine
yanıt vermeye çalışan üniversitelerin idari ve akademik
stratejilerini bu talebe göre oluşturması zorunlu olduğu için,
üniversitelerin eğitim ve bilim üretme işlevine ilişkin oldukça
sorunlu bir süreç olarak karşımıza çıkar (Bingöl, 2012: 61).
Küresel piyasaya entegrasyon sürecinde üniversiteler üzerine
geliştirilen yeni bir kavramsallaştırma, ‘girişimci üniversite'
olarak karşımıza çıkar. Girişimcilik kavramının yeni dönemde
yükseköğretim anlayışına eklemlenmesi, kaba bir dille özelleşme
olarak adlandırılan piyasalaşma eğilimlerinin anlaşılır hale
gelmesi bakımından önem taşımaktadır. Burada söz konusu
olan, yalnızca devletten piyasaya devredilen bir kurumsal
mülkiyet değil, daha üst bir başlıkla bilim ve yükseköğretim
kurumlarına yönelik sistematik bir küresel eğilimdir.
Girişimci üniversite modeli (Özer, 2011: 91), üniversitelerin
rekabetçi piyasaya bir yandan girişimcilik kültürüne sahip
bireyleri kazandırmaya yönelik öğretim faaliyetlerini sürdüren,
diğer yandan ise doğrudan girişimci rolünde piyasada yer alan
yeni tür bir üniversite yapılanmasını ifade etmektedir. Girişimci
üniversitenin ayırt edici nitelikleri; eğitim anlayışındaki
değişme, üniversitenin idari kadrolarının yeni araştırma ve
proje birimlerine ağırlık vermesi ve en gözle görülür şekliyle
sanayi işbirliklerine yönelik birimlerin ortaya çıkmasıdır.
Eğitim anlayışına ilişkin değişme, üniversitelerde girişimcilik
eğitiminin ağırlık kazanması ile kendini gösterir (Yelkikalan et
al., 2010: 54). Küresel parametrelerin şekillendirdiği piyasa
dünyasının ihtiyaç duyduğu insan gücünü yetiştirebilmek adına
üniversiteler; girişimcilik, proje yazımı, Ar-Ge gibi alanlarda
eğitim faaliyetlerine yönelmektedir. Girişimci üniversitenin
ayırt edici özelliklerini buradaki okumaya paralel bir bağlamda
ele alan Odabaşı (2006: 92), üniversitelerin bulundukları
bölgelere sağladığı katkılar bağlamında gelişmekte olan
teknoloji adacıklarının, silikon vadilerinin toplumsal ve
ekonomik ihtiyaçlara yanıt vermesi dolayısıyla girişimci
üniversite olgusunu bir zorunluluk olarak görmektedir. Ayrıca
üniversitelerin söz konusu girişimci çehresinin, üniversitelerin
temel işlevlerinde (eğitim ve bilgi üretme) bozulma meydana
getirmeyeceğini, bilakis yenilik üreten, girişimci ve profesyonel
insan gücünün yetiştirilmesine ve ülke kalkınmasına dinamizm
kazandırabileceği görüşündedir (Odabaşı, 2006: 94). Ancak
burada sorunlu olan nokta girişimci üniversitenin eğitim ve
bilgiye ulaşma işlevlerinden uzaklaşması değil, eğitimin yerini
yetiştirmenin aldığı bir tür nesneleştirme sürecinin eğitim
anlayışlarına egemen olmasıdır.
TÜBİTAK (Türkiye Bilimsel ve Teknolojik Araştırma Kurumu)
tarafından her yıl gerçekleştirilen ‘Girişimci ve Yenilikçi
Üniversite Endeksi' araştırması, Türkiye'de üniversitelerin
girişimcilik düzeylerinin belirlenmesinde esas alınan kriterler
bağlamında burada önemli ipuçları sunmaktadır. Endeksin
oluşturulmasında bilimsel ve teknolojik araştırma yetkinliği, fikri
mülkiyet havuzu, işbirliği ve etkileşim, girişimcilik ve yenilikçilik
kültürü ve ekonomik katkı ve ticarileşme olmak üzere beş boyut
esas alınmaktadır. Üniversiteler, söz konusu boyutlar ekseninde
sıralanmakta ve verilere göre özel-vakıf üniversiteleri ve ‘teknik'
üniversiteleri ön sıralarda yer almaktadır (TÜBİTAK, 2015).
Girişimci üniversite olgusunun üniversite özerkliği bağlamında
tartışmalı olduğu bir diğer husus, üniversitelerin bilim dallarına
yaklaşımını etkilemesi bağlamında yarattığı gerilimdir. Bu
gerilim, doğa bilimlerinin üretmiş olduğu bilimsel bilginin pazar
değerinin, toplum bilimlerinin ürettiği bilimsel bilgiye nazaran
çok daha yüksek olmasından kaynaklanmaktadır. Gelinen
noktada bilim dalları arasında üniversite yönetimlerinin kaynak
yönetimi ve pazar stratejileri bağlamında ilginç bir hiyerarşi
oluştuğu göze çarpar. Söz konusu gerilimin sonuçları iki boyutta
açıklanabilir: Birinci boyutta toplumsal ve beşeri bilimlerin
önemini kaybetmeye başladığı görülmektedir (Öztürk, 2006:
136). Doğa bilimleri ve teknik bilimler, finansal ve kurumsal
kaynaklara ulaşmada diğer bilim dallarından birkaç adım önde
yer almaktadır ve bu durum mali özerkliğin uygulanabilmesinin
önündeki en büyük engeldir. Yang ve Vidovich (2002: 215), böylesi bir konjonktürün fen bilimleri ve mühendislik
bilimleri olan uygulamalı bilimler nazarında olumlu bir
bakışla karşılandığını, buna karşılık edebi bilimlerin ve toplum
bilimlerinin ilgi görmemesi bağlamında ‘kurumsal kazananlar
ve kaybedenler' ortaya çıkardığını belirtmektedir. İkinci boyut
ise, ilk boyutla bağlantılı olarak üniversite yönetimlerinin pazar
değeri yüksek olan bilimsel bilginin üretilmesi bağlamında
sektörel bir baskıya uğraması ve bu baskının bilim dallarına
yönelmesinin kaçınılmaz olduğudur. Böylesi bir durum ise
akademik özerkliğe ulaşma konusunda ciddi bir engel olarak
karşımıza çıkmaktadır (Öztürk, 2006: 136).
Bütün bu tartışmaların sonunda, yeniden “özerklik mümkün
müdür” sorusu sorulduğunda, cevabın hâlâ muğlak olduğu
sonucuna varılmaktadır. Nitekim özerklik üstüne yapılan
tartışmalar veya çalışmaların genellikle yalnızca bir yönüne
değinerek tek boyutlu kaldığı, oysaki özerkliğin idari, akademik
ve mali olmak üzere her üç boyutun işler hale getirilebilmesiyle
mümkün olabileceği hatırlatması yapıldıktan sonra, özerkliğin
bugünkü üniversite anlayışında uzak bir ihtimal içerdiğine
vurgu yapılmalıdır. Günümüzde artık yapması gerekenlerden
öte ‘yaptıklarıyla' tanımlanması gereken üniversitelerin
toplumu oluşturan değerler, sosyal ve politik meseleler, piyasa
ve sermayeden etkilenmemesi ve dolayısıyla kendini ‘özerk'
bir duruşla soyutlaması pek de mümkün görünmemektedir.
Böylesi bir yapılanmada, birçok üniversitenin, bazı kesimlerce
üniversite özerkliğinin ana bileşeni olarak kabul gören mali
özerkliğini sağlamak amacıyla ‘projeciliğe' bel bağladığı,
akademik yükselme kriterleri olarak dayatılan ‘akademik
performans' yarışını kabullenerek insanüstü bir çabayla ‘puan'
toplamanın peşine düştüğü göz önüne alındığında, ‘özerkliğin'
artık önemsenmediği ve arka planda kaldığı söylenebilir.